Ali'nin Son Fotoğrafı. |
BİR GARİP GELDİ KAPIYA / ALİ DENDİ ONUN ADINA
Karanlık sokağı, üzerine düşen kar tanelerinin inadına aydınlatan kandiller henüz yanmıştı ki ahali teravih namazını kılmış camiden birer ikişer ayrılıyorlardı. Uzun Ahmet’in meşhur Çukurçeşme'deki kahvehanesinin ışıkları ile ayın şavkı birleşerek sanki raks eder gibi karanlığa nispet yapıyorlardı. Ramazan-ı Şerif’ten on gün kadar önceydi Uzun Ahmet’i tüm Şehr-i İstanbul’u yangın sarmış gibi bir telaşa almıştı. Kahvehanenin Ramazan-ı Şerif'e yetişmesi için gelinlik kız gibi bir heyecana kapılan bu namlı tulumbacı ilk olarak kahvehanenin tavandan peykelerine kadar her yerinin sodalı suyla adamlarına bir güzel temizletmişti. Ne de olsa kendince hem mahallenin hem de şu Şehr-i İstanbul’un namına yakışır bir kahvehane açması lazım gelirdi. Çünkü kahvehanesi Kasımpaşa ve Tavukpazarın’daki tulumbacı kahvehanelerinden dahi daha şanlı ve şatafatlı olmalıydı ki cümle âlemin dilinde Uzun Ahmet’in şanı alıp yürüsün derdiydi asıl olan… Temizlik işlerinden sonra bütün kahvehane bir düğün evi süslenir gibi elvan kâğıtlardan yapılan zincir ve güllerle donatılmıştı. Çalgıcıların çıkacakları sahne alı, yeşili kurallarla itinayla döşenmişti. Üsküdar'daki ustaların elinden çıkan sırçadan yapılmış renkli ve sırlı Yeni Dünya küreleri kahvehanenin tavanından birer ikişer sarkıtılmıştı. Kahvehanenin sandalyeleri sahnenin karşısına Gâvur Bonapart’ın askerleri misali gayet nizami şekilde tek tek dizilmişti. Ayrıca ahalinin epeyce olacağı hesaba katılarak hatır gönül usulü diğer kahvehanelerden araklanılan sandalyeler ise bir köşeye istif edilmişti. Yazık Uzun Ahmet’in adamları bu on gün boyunca neler çekmişlerdi. Eğer birine dokunsanız bin ah duymaya hazır olmanız lazım gelirdi. Hatta bir ara kendi aralarında “ acaba bir yerleri ateşe mi versek belki Ahmet ağam birkaç gün yangın işi ile meşgul olur da şu kahvehane sevdasından vazgeçer” diye konuştular. Ama dünya yansa Uzun Ahmet’in vazgeçeceği yoktu. Bunu adamları da bilirdi. Nitekim Ahmet ağaları bir boğa kadar kuvvetli bileğini, bir kurt kadar cesaretinin yanı sıra bir keçi kadarda inatçı olduğunu hepsi bilir, görür, tatbik ederlerdi.
Kahvehanenin süsleme işi hal yoluna koyulmuş olsa da asıl dert bundan sonra başlamıştı. Çünkü boş, süslü kahvehaneyi kim ne etsin. Ahali şenlik ister, şenlenmek isterdi. Bunun için çalgıcı taifesi büyük önem arz ederdi. Tabii sırf çalgıcılar değil. Çığırtkanlar, meydancı ve köçekler de kahvehanenin olmazsa olmazlarıydı. Ahali aşka gelip maniler, semailer, koşmalar, destanlar söylerken arada bu köçekler oyun ederlerdi. Kimi zaman bir düğün misali ahali halaya tutuşur kimi zaman birbirlerini mani söyleyerek alt etmeye kalkışırlardı. Uzun Ahmet’in adamları tüm şehri alt üst ettikten sonra bir kırnata, bir darbuka, üç kollu zilli maşa ve çifte nâra’dan teşekkül olan muazzam bir ekip kurdular. Uzun Ahmet ilk başta bunları pek sevmese de mecburiyetten kabul etti. Her gece çalıp çığırdıktan sonra bunların tek dünyalıkları olan sazlarını tek tek toparlar tulumbacıların hortum, baskı kolları ve fenerlerinin asılı olduğu duvarın tam karşısındaki duvardaki çivilere asardı. Çalgıcı taifesi bu muameleden hiç memnun olmasalar da çıtlarını dahi çıkarmadan ellerindeki sazları teslim ederlerdi. Adamları Uzun Ahmet’e niye böyle yaptığını sual edince;
- Şu kırnatacı kara kurunun gözleri fıldır fıldır dönüyor. Bizden biraz fazla para vereni bulsa bizi veledizina gibi şuracıkta bırakır bunlar maazallah. Sazlarını rehin alıyorum ki bir yere kıpırdayamasın eşek suratlılar dedi.
Uzun Ahmet'in Tulumbacı Dostları. |
Haksız da sayılmazdı. İyi çalanın namı çabucacık yayılırdı. Diğer kahvehane sahipleri bunların aklını çelip kendi kahvehanelerinde çalmaları için ettikleri hinlikler, Moskof kâfirinin dahi aklına gelmeyecek türdendi. Neyse ki Uzun Ahmet görmüş geçirmiş bir adamdı böyle tongalara gelmezdi…
Ramazan-ı Şerifi ehl-i Müslümanın kalbini aydınlatırken, Sultan Ahmed camisine asılan mahyada gözleri aydınlatmıştı. Uzun Ahmet’in kahvesi de aynı ihtişamla açılmıştı. Kapıda yirmi kuruşla beraber bahşişi veren herkese mekânın kapıları sonuna kadar açılıyordu. Lakin arada sıra şebıemred (yüzüne ustura değmemiş) veledler kahveye sızma girişiminde bulunsalar da her seferinde kıçlarına tekmeyi yeyip evlerine uğurlanıyorlardı. Mahallenin en bıçkın, ele avuca sığmaz civan mert yiğitler, ceketleri omuzlarında fesleri yar tekmesi yemiş vaziyette kahvehaneye gelir “adam aman…” ile başlayan manilerle kuvvetle bükemedikleri bilekleri sözle bükmek arzusunda olurlardı. Tulumbacılar ise kendi hallerini destan eyler ahaliye sunarlardı. Bunlardan en meşhuru ise Uzun Ahmet’in İnce Arap ve Hidayet adlı adamlarıydı. Yazdıkları destan;
Birimizin İnce Arap adı şöhret
Birimizin namı olup Hidayet
Hem bahadır hem genç idik gayet
İşbu nam ile meydana düştük
****
Bir gece kahvede cümle bulunduk
Yangın var dediler tez hazır olduk
Fenerci, borucu, mevcud bulunduk
Süratle rah-ı revana düştük.
****
Kalbimizde yoktur zerre korku
Muttasıl ateşe sıkmaktayız su
Meğer tehlikeli mahal imiş
Mukteza-yı kader o yana düştük… her gece ya kendilerince yada çığırtkan tarafından sazların eşliğinde okunurdu. Sazlar, fasıla başladıklarında ahaliye nargile verilmezdi. Hele ki kendi ciğaranı kibritle yakmak ayıp sayılırdı. Meydancı elinde dolaştırdığı maşa ile bir nevi Şehr-i İstanbul’da yakılacaksa bir mahal yahut gönül bizim elimizden olur… Yaktığımızı söndürmekte yine bize düşer gibisinde ahalinin ciğarasını yakardı. Yine böyle günlerden birinde kar hafifçe yağarken ahali kahvehaneyi doldurmuş eğlence ediyordu. Sazlar susmuyor manilerin, destanların ardı arkası kesilmiyordu. Lakin vakit sahura yaklaşınca ahali birer ikişer evlerine revan olmaya başlamışlardı. En son müşterisini uğurlayan Uzun Ahmet günün hasılatının peşine düşmüştü ki adamlarından biri elinde bir sepetle içeri giriverdi. Çalgıcıların yevmiyelerini veren Uzun Ahmet adamının yüzündeki aptalca ifadeye anlam vermemişti ki az önce sazların sesiyle inleyen duvarlarda bir çocuk ağdı peyda olmuştu. Hem Uzun Ahmet hem de çalgıcılar oldukları yerde kala kalmışlardı. Şaşkınlığını üzerinde atan Uzun Ahmet adamına dönerek;
- Bre cibilliyetsiz o kucağındaki sepete bebe mi var dedi. Adamı ne diyeceğini bilemişti. Hem soğuktan hem de telaştan kekeleyerek;
- He ağam bizim kapıya koymuşlar bu sabiyi bende anlamadım! Demesiyle işler iyiden iyiye sarpa sarmıştı. Uzun Ahmet aldığı cevapla sinirlenerek bir aslan misali kükreyip;
- Bre namusuz herif bu bebe Pazar sepetimi ki bizim kapıya bırakılsın dedi demesine ama sesi öylesine yüksek çıkmıştı ki bunu duyan çocuk sanki onu bastırmak istercesine basmıştı ağıdı. Çocuğun bu figan feryadı tüm soruların üstünü örtmüştü. Kahvedekilerin teker teker kucağında dolaşan çocuğun nasıl susturulacağı derdi sarmıştı etrafı. Herkesi dolaşan çocuk Uzun Ahmet’in kucağına geldiğinde susuvermişti. Herkes çocuğun birden sesine kesmesine hayret kalmışlardı. Bu duruma en çokta Uzun Ahmet şaşırmıştı. Lakin zavallı sabinin ağlamaktan bitap düştüğü hiçbirini hatırına gelmemişti. Bunu fırsat bilen çalgıcı taifesi "eyvallah" deyip dükkândan bir anda yok oluvermişlerdi. Ne yapacağını bilmez gözlerle adamını süzen Uzun Ahmet;
- Gece gece aldık belayı kucağımıza demesiyle adamının kara suratında hafif bir gülümseme beliriverdi. Az önce ki öfkesinin geçtiğini görünce adamı;
- Ağam neylersen sen eylersin. Senin kapına bırakmışlar. Demek ki anası olacak orospu kasığında yatmış el kadar yavruyu şu havada terk etmiş gitmiş. Hem sevaptır ağam. Sen ki fakir fukara babasısın, kapına geleni geri çevirmek olur mu? Hazreti Musa nasıl Nil’e bırakılmış bu çocukta senin kapına gelmiş şu yavruya bela denir mi demişti ki Uzun Ahmet sözünü bitirmesine fırsat vermeden;
- Bre bizim kıt akılı Pehlivan'a bak hele başımıza Mola kesildi. Destur de ulan destur Hazreti Musa imiş yok Nil imiş ulan pezevenk o vakit bende Firavun mu oluyorum. Bas geri zaten canım burnumda… Bu konuşmalara arasında dinlenmiş olan sabinin sesi tekrar yükselirken Pehlivan karga tulumba kovuldu…
Elindeki sepeti sıkıca sarıp sarmalayan Uzun Ahmet namına yakışan adımlarla bir çırpıda gönlünün sultanın kapısında bitivermişti. Kapı tokmağını üç kez art arda vurmasıyla açılan kapının ardında Esma’nın mah-cemalini görünce her şeyi unutuverdi birden. Sessizce içeriye girdi. Ellindeki sepeti divanın üstüne bıraktıktan sonra;
- Bak hele hanım bir misafirimiz var dedi. Esma ne olduğunu anlamamıştı ki sıkıca sardığı sepetten çocuğu kucakladığı gibi çıkarıvermişti. Esma hiç tepki vermedi. Güzündeki gülümsemeyle kucağına aldıktan sonra çocuğu;
- Misafir, baş göz üzerine ağam. Sen getirmişsen bize de ağırlamak düşer dedi.
Sormazdı zaten kimdir, nedir diye çünkü bilirdi garipliği, gurbeti Esma. Uzun Ahmet’in merhume eşinin son günlerinde gelmişti bu eve. Dışarıda âleme korku salan, sözünün üstüne söz söylenmeyen bu yiğidin kalbindeki acıları paylaşmış, onu çekip çevirmekten bir gün üşenmemişti. Allah şahid ya Uzun Ahmet’e onu bir günden bir güne incitmemişti. Ahali eşinin ölümünden sonra Esma’ya nikah kıymasını epey garipse de karşısına çıkıp bunu söyleyecek yürekleri pek tabii yok idi. Zaten her vakit öyle olmaz mı! Korkaklar arkadan laf söyleyip yüz yüze gelmemekle, âşıklar ise sözlerini ilan edip yüz yüze durmakla nam salarlar…
Esma kucağındaki yavrudan gelen tuhaf kokuyu çözmeye çalışırken;
- Ağam bu yavrucak bir başka kokuyor dedi demesine ama aldığı cevap –altına sıçmıştır– oldu. Esma gülümseyerek;
- Yok, ağam bu çocuk arakı kokuyor tövbe tövbe şu mübarek günde olacak iş değil demesiyle Esma’nın gülümsemesine bu defa Uzun Ahmet’in kıs kıs gülüşü eşlik etti. Sonra dayanamayarak;
- Ne yapayım gönlümün yönü mekânı, yavrucak çok içli ağlıyordu. Bende edemedim bir kaşık ağzına damlattı verdim. Sesi soluğu kesildi. Yol boyunca mutlu mesut geldi hanemize demesiyle ikisi birden kahkaha atılar.
Ama Esma hemen oracıkta çocuğun üstünü başın çıkartıp banyo ettirince bizim yaramaz tekrar cana geldi. Ertesi sabah ne Kadıya nede zabitlere vermediler çocuğu. Esma ben bakarım dedi. Öyle de oldu. Ali koydular adını. Hastalandı gece yarılarında doktorlar buldu Uzun Ahmet. Yürümeye başladığında kafasını sehpaya çarptı sehpayı kırdı. Bayramlarda ayağından çarığını cebinden harçlığını eksik etmedi. Başında hiç fesi eskimedi. Ceketini, mintanı, gömleğini noksan eylemedi. Kendi evladıymış gibi üzerine titredi. Yeniçerilerin, tulumbacıların, kabadayıların, külhanbeylerinin hikâyelerini anlatı ona. Ama Ali en çok Hayber’in fethini sevdi. Çünkü koca tulumbacı reisi Ali için at olmaktan çekinmiyordu bu hikâyede… Ali zamanla büyüdü. Kahvehanede baba bildiği Uzun Ahmet’e yardım eyledi. Adap, erkân, racon belledi. Tulumbacıların uğuru oldu Ali. Nerede bir yangın çıksa tulumbanın üzerine yapılan özel tahta oturur öyle yangın mahalline gidilir olmuştu. Ne hikmetse onun olduğu yangınlarda rüzgâr kesilir, sanki su bereketlenir, yangın büyümeden söndürülürdü. Hatta Cihan Sultanı Abdülhamit Han Hazretleri bu ocağa başarılarından dolayı nişan dahi taktim etmişti. Günlerden bir gün kahvehaneye Ali için özel fotoğrafçı çağrıldı. Agop Efendi yanında getirdiği ayaklı makineyi ihtimamla kurdu. Bir tek kare fotoğrafı çekildi. Uzun Ahmet evladı bildiğinin resmini her daim koynunda sakladı…
Zaman zuhur oldu. Ali on yaşında bile değildi ki sıra kalem bastı. İstanbul alt üst edildi. Ne gören ne bilen vardı. Hayy’den geldi hu ya gitti dendi. Uzun Ahmet yıllarca aradı durdu Ali’yi. Bu uğurda tulumbacılığı terk etti. Kahvehanesini kapattı. Esma’nın yavrum nerede sorusuna cevap bulamadı. Ve bir gece nam salmaya hevesli yeni yetme bir bitirimin vurduğu kama ile olduğu yere yığılıp kaldı. Hiç ses etmedi. Yardım istemedi. Onu bulanların gördüğü, sol tarafına yatmış başı ve açıkgözleriyle sağ avucundaki Ali’nin resmine baktığı oldu… Bunun üzerine her semai kahvehanede şu mısralar söyledi;
Bir garip geldi kapıya
Ali dendi onun adına
Uzun Ahmet deli oldu uğruna
Ölürken bile gözlerini yummayıp baktı evladına… (R.K)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder