20 Ağustos 2015 Perşembe

Memlekette Kırk Çıkıkçılara Olan Rağbet Nedense Hiç mi Hiç Azalmıyor. . .

   

        Bir kez uzunca ardından iki defa kısa çalan zil babamın eve geldiğinin şifresiydi. Annemin kapıyı açmasıyla birlikte hayatımın kahramanı ve sorularımın cevap anahtarı babam içeriye girdi. Her zaman ki gibi önce beraber yemeğimizi yedik. Daha sonra da salona geçip oturduk. Babam için yemek sonrası çay ile birlikte haberleri izlemek bir gelenekti. Bu yüzden anneme;
- Hanım çayımız hazır mı (?) diye seslendi.
Bense kafamın içinde dolaşan tilkilerin kurumlarının dans edişini izlemekteydim. Çünkü bu gün sosyal bilgiler dersinde öğretmenimizin anlattığı konuya dair aklımda o kadar soru birikmişti ki (!) Sanki beynim içinde alüvyon fikir ovaları meydana gelmişti. Bu sorulara cevap bulabilmek için babama, çay isteğinin hemen ardından soruları sıraladı. 
- Babacım bugün öğretmenimiz bize derste demokrasiyi anlattı. Seçme ve seçilme hakkından bahsetti. Bizler milletvekillerimizin seçebiliyormuşuz ve daha sonra bu milletvekillerimiz Ankara'daki T. B. M. M toplanıyorlarmış. Babacım milletvekilleri kimdir
(?) T. B. M. M ne yapıyorlar yoksa onlarda senin gibi çalışmak için mi oradalar (?)
Babam ilk olarak sorularım karşısında biraz şaşırdıysa da bir müddet düşündükten sonra eliyle başımı okşayarak ve şunları söyledi; 
- “Bu çok uzun bir mevzu be arkadaş gel bakalım otur yanıma.” İlk olarak televizyonu kapattı tam o sırada annemin getirdiği çayın şekerle buluşma seremonisinin çıkardığı sesle başladı anlatmaya;
- “Evet oğlum demokrasilerde seçme ve seçilme hakkı vardır. Demokrasi bir yönetim şeklinin en önemli ve değerli bir parçasıdır. Bizler bireyler olarak bu yetkimizi kullanırız ve milletvekillerini seçeriz. Seçtiğimiz bu insanları ülkenin sorularına çare bulmaları için T. B. M. M gönderiyoruz. Onlarda benim gibi olmasa da orada çalışırlar” dedi. Ama galiba kafamın daha karıştığını görünce gülümseyerek söyle dedi;
- Biz hasta olunca nereye gidiyoruz oğlum (?)
- Hastaneye gidiyoruz babacım. 
- Peki hastanede bizimle kim ilgilenir, bizi kim tedavi eder (?)
- Doktor amcalar baba.
- “Evet şimdi şöyle düşün oğlum, T. B. M. M bu ülkenin hastanesidir. Ülkenin derdini de hastalığını da ancak burada tedavi edebilirsin. Milletvekilleri ise toplumdaki hastalıkları teşhis ve tedavi etmek için çaba gösteren doktorlar gibidir oğlum” dedi.
- Peki babacım o zaman biz niye bir türlü iyi olamıyoruz (!) Sen niye hep bu memleket düzelmez diyorsun (!) Hem o doktor amcaları haberler de izleyip neden her seferinde onlara kızıyorsun (!)
Babam bu sorularımın ardından tekrar gülümseyerek dedi ki;
- Bak yavrum bu memlekette bazen insanlar oldukları yeri ve konumu unuturlar. Onlara kızıyorum çünkü bu doktor amcalar doktor gibi değil de mahallenin kırık-çıkıkçılar gibi davranıp üstüne birde kocakarı ilaçlarına sarılıyorlar da ondan. . .  (R.K)

16 Ağustos 2015 Pazar

YENİÇERİ KAHVEHANESİNDE, KEDİ İKEN OLDUK ARSLAN





YENİÇERİ KAHVEHANESİNDE, KEDİ İKEN OLDUK ARSLAN 

        Yaklaşık üç hafta önce Eminönü sahilinde deniz üzerine çakılan yirmi beş kazık üstüne bir paşa kasrını andıran şu iki katlı kahvehane ne kadar kısa zamanda inşa edilmişti. Nitekim üç usta ve yirmi beş yamak gece gündüz demeden verdikleri emeğin karşılığı ise yeniçeri ağasının kendilerine -pek güzel olmuş bre ellinize sağlık- demesinden başka bir şey olmamıştı. Zavallı ustalar işi bitirmiş olsalar da yevmiyelerini istemek onlar için na-mümkündü. Çünkü karşılarında duran sonuç itibariyle sırandan bir yeniçeri ağası değildi. Kız Mustafa adlı yeniçeri ağasının zorbalıkları tüm Kapalı Çarşı esnafı tarafında bilinir ve bu ismi işitenler o anda korku ile nefret arası bir duygu karmaşası yaşarlardı. Arnavut asılı olan Mustafa Ağa sesinin inceliğinden  dolayı diğer yeniçerilerce Kız Mustafa diye anılır olmuştu. İlk zamanlar kendisine verilen bu namın zikredilmesine pek ses çıkarmamış olsa da bu namı kendisine verenleri asla unutmamıştı. Mustafa Ağa zamanla ocak içinde yükselmiş ve nihayet dokuzuncu ortaya ağa olarak tayin edilmişti. Bu durum bir zaman onunla alay edenlerin hiç mi hiç hoşuna gitmese de ağalığına biat etmek zorunda kalmışlardı. Lakin Mustafa Ağa kendisine biat etmiş olsalar da Kız namını yakıştıranları yıllarca unutmadığını bu patavatsız taifeye göstermekten geri durmamış. Bir gece yedi yeniçeri askeri sıra kalem basmış. Kimseler bu yedi kişiden o geceden sonra bir daha haber alamamışlar. Sanki yer yarılmış da yedisi birden yerin dibine girmişler. Ancak rivayet edilir ki bu yedi kişi Mustafa Ağaya Kız lakabını layık gören zevatmış. Bir gece Mustafa Ağa bu yedi kişiyi odalarından aldırarak üstlerindeki kıyafetleri çıkarıp kadın fistanları giydirmiş. Bunları köçek gibi oynatıp rezil ettikten sonra küçük bir tekneyle yedi sefer yaparak her birinin ayağına kendi elleriyle taşları bağlayıp Marmara'nın serin sularına yolladığı söylenir olmuş. Ama bu anlatılanlar söylentiden öteye de gitmemiş. Lakin asıl olan Mustafa Ağa'nın Kapalı Çarşı esnafının tümünü haraca bağlamış olmasıydı. Bu zorbanın son günlerdeki tek uğraşı ise şu kahvehane olmuştu. Çağırdığı üç ustaya sadece şunu dediği söylenir;
– İstanbul’un en muazzam kahvehanesini isterim sizden. Tabii bu durum bir tek ustalar için geçerli olmamış. Kara kaplı deftere semtin zenginleri, Kapalı Çarşı esnafından kimselerin isimleri özenle yazılı vermiş. Her ismin karşısına ise kahvehanenin ihtiyaçları tek tek not edilerek Kız Mustafa'nın itliği ile nam salmış olan bela mı bela adamı Sarhoş İbrahim Çavuşa teslim edilmiş. İbrahim Çavuş koltuğunun altına aldığı defterde yazan isimleri tek tek ziyaret ederek; Ağa'nın selamı var kahvehane için hediyeni bekler dermiş. Herkes isminin karşında yazan bakır işlemeli cezve takımlarını, porselenden fincanları, yasemin ve erik ağacında yapılan duhan çubuklarının, en kıymetli lüleleri, İran ve Anadolu işi kilim, hali ve hasırları, sedirlerde duracak postları, ahaliye sunulacak kahve ile lokumları aynı gün içerisinde kahvehaneye getirip, Mustafa Ağaya hayırlı olsun demişler... Getirilen eşyalar tek tek yerlerine yerleştirilirken kahvehanenin ortasında bulunan fıskiyenin etrafı ile pencerelere ise fesleğen çiçekleri asılmış. Mustafa Ağa'nın büyük hürmet duyduğu Bektaşi şeyhi İlyas Baba için sofanın en güzel köşesi tahsis edilmişti. Kahvehanenin son halini gören Mustafa Ağa garip bir gurura kapılmıştı. Adamları hep bir ağızdan -pek güzel oldu ağam, bize yakışır bir yer oldu- demeleri bu anlamsız gururun daha da kamçılamasına neden olmuş. Öyle ki Mustafa Ağa o anda içinden '' Ey padişah senin sarayın, köşkün varsa benim de kahvehanem var'' diye söylenmiş. Ama bu duygusu fazlaca sürmedi. İbrahim Çavuş orta nişanın hazır olduğunu Mustafa Ağa'nın müsaadesi olursa nişan alayı merasimine başlayacaklarını söyledi. Mustafa Ağa uygundur gibisinden başını öne doğru eğdi. Adamlarının yanında pek konuşmaktan haz etmezdi. Derdini de, emrini de her vakit böyle el yahut baş hareketleriyle anlatırdı. Adamaları da bu sessizliğine alışmışlardı. Sadece önemli durumlarda yanından hizmetlisinin kulağına söyleyeceğini söylerdi. Hizmetlisi ise bir cazgır edasında işitiğini ilan ederdi... Güneş tam tepeye ulaştığında Ağa Kapısında nişan alayı için herkes hazırlanıvermişti. Şimşir ağacından yapılan orta nişanının (ok ve yay) etrafı gümüş bir çerçeve ile çevrilmişti. Güneş nişana vurdukça gümüş parlıyor herkes coşkuyla sağa sola nidalar savuruyordu. Nihayet ellindeki teberi ile Bektaşi şeyhi İlyas Baba'nın gelmesiyle onun önderliğinde merasim başlanmıştı. Karakullukçu Emin Ağa nişanı başının üstünde tutarak İlyas Baba'nın hemen arkasında yürürken alay çavuşları da ellerindeki kırbaç ve sopalarla ahaliyi dağıtıyorlardı. Bu esnada alay çavuşları durman bıkmadan;
- Savrulun bre savrulun… Nişan geliyor! Diye avazları çıktıkça bağırıyorlardı. 
Alaya dokuzuncu ortanın mensuplarının yanı sıra Cezayir işi esvaplarıyla baldırı çıplak taifesi, külhaniler, soytarı ve cambazlar dahi katılmış idi. Ağa Kapısından Eminönü sahilindeki kahvehaneye kadar kırbaç sesleri, nidalar, kahkahalar, söz ve sazların eşliğinde nişan getirilmişti.  Ancak kahvehane önünde Mustafa Ağa alayı karşıladığında ahali derin bir sukuta gark oldu. Şeyh İlyas Baba’nın elini öptükten sonra ilk olarak ocak mensupları tarafından gür sesle gülbank çekildi. Yer gök yiğitlerin sesiyle; Allah Allah Celilül Cebbar, Muinüs-Settar, Halikul leyli ven Nehar, Layezal, Zül Celal, birdir Allah! Anın birliğine, Resul-ü Enbiya Peygamberimiz Cenab-ı Ahmed-i Mahmud-u Muhammed Mustafa Ali evladı Resul-i Mücteba imdadı ruhaniyetine! Bilcümle âlemi İslamin sıhhat-ü selametine! Devletimizin bekaı temadisine! Ordularımızın devamı muzafferiyetine! Üçler, yediler, kırklar, göçenler, demine devrânına "Hu" diyelim 
Huuu….
Huuu….! Diye inledikten sonra İlyas Baba’nın ettiği dua ile birlikte orta nişanı kahvehanenin girişine saldı. İlyas Baba kahvehane kapısına geldiğinde bir an durdu. Önce kapının sağını ardından solunu öptükten sonra eşiğe eğilerek bir busede eşiğe bıraktı. Yavaşça doğrulduktan sonra ise “Ya Muhammed, Ya Ali, Hünkar Hacı Bektaşi Veli, Hu hu hu…” diyerek içeriye ilk adımını atıverdi. Yavaş adımlarla sofada kendine ayrılmış köşede postunun üzerine oturduğunda İlyas Baba, duvarda asılı olan hatlara bakarak mekandan pek bir memnun olduğunu ifade etti. Mustafa Ağa hemen İlyas Baba’nın ardından içeri girerek kendi için ayarlanmış yere geçti.  Burada tek tek misafirlerini karşılamaya başladı. Bir vakit sonra diğer yeniçeri ağaları ellerindeki kafeslerle kahvehaneden içeri girmeleriyle sessiz olan ortam birden kanaryaların sesleriyle inlemeye başladı. Her yeniçeri ağası uğruna inanılan kanaryaları bir bir Mustafa Ağa takdim ettiler. Bu durumdan pek memnun kalan Mustafa Ağa misafirlerine kahveler, çubuklar ikram etmekten geri durmadı. Çubuklardan çekilen tütün ve kahveden önce atılan afyonla ahaliden bazıları hoş olduğu esnada kahvehaneden içeriye kedisiyle birlikte küçük bir veled giriverdi. İlk başta Mustafa Ağa afyon çekmekten bi-hal olmuş İbrahim Çavuş’un gözlerine öyle bir bakış attı ki sanki bu veledin ne işi var burada der gibiydi. Ama bu sefer İbrahim Çavuş Mustafa Ağa’nın ne bakışından ne de baş işaretlerinden anlayacak durumdaydı ki küçük çocuk;
- Kimdir bu kahvenin sahibi diye öyle bir bağırdı ki herkes olduğu yerde öylece kalıverdi.
Birkaç adım daha atıp tam fıskiyenin önüne geldiğinde sorusunu tekrarladı;
- Kim diyorum bu kahvenin sahibi… Biraz sonra İbrahim Çavuş’un gözleri bu seslerle fal taşı gibi açılmış bir vaziyete çocuğa dönerek;
- Ne istersin bre veled-i zina senin ne işin vardır burada tutun şunun kolundan atın dışarı dedi. Bu sözler çocuğun hiç mi hiç hoşuna gitmemişti. Kuşağının arasındaki çakıyı çıkarıp;
- Heyt bre namusuz sen kimsin ki bana veled-i zina dersin atası beli olmayan sensin demesiyle İbrahim Çavuş oturduğu sofadan ayağa kalktığı ile kılıcını çekmesi bir olmuştu ki Mustafa Ağa eliyle sakin olması için onu ikaz etti. Bu ikaz üzerine İbrahim Çavuş durmadan;
- Sen ağama dua et, ağama dua et deyip durdu. Mustafa Ağa çocuğu eliyle karşısına davet etti. Çocuk tam karşısına geldiğinde kahveciye işaret ederek bir kahve yapmasını istedi. Yanındaki hizmetçinin kulağına eğilerek ise çocuğun oturması için bir minder getirmesini… Önce minder geldi. Mustafa Ağa elliyle oturmasını işaret etti. Sonra ise kahve geldi. Yeni çekilmiş yemen dilberi bu eli yüzü kir pas içindeki çocuğa ikram edildi. Çocuk açlıktan olsa gerek önce lokumları bir güzel mideye indirdikten sonra üzerine kahveyi içti. Mustafa Ağa yanındaki cazgırın kulağına tekrar eğilerek bir şeyler söyledi. Hizmetlisi peki der gibi başını önüne salladıktan sonra;
- Ne dilersin bizden çocuk, ne istersin, bu gün bizim günümüzdür demesiyle çocuk olduğu yerde ayağa kalktı. Onunla birlikte daha az önce minderin köşesine kurulmuş olan kedisi de dört ayağı üzerine doğrulu verdi. Çocuk elindeki fincandan son bir yudum almıştı ki kahvehanedeki tüm ahali onun ağzından çıkacak sözü bekliyordu. Ağzını koluna iyice sildikten sonra;
- Dileğim şudur ki bu kahvehane sahibi, ben ve yanımdaki aslan için her gün haraç ödeyecek demesiyle ahalinin kahkaha atması bir oldu. Kimisi az önce çektiği tütün yüzünden hem kesik kesik öksürüyor hem gülüyor, kimileri ise gülerken elindeki fincan dökülmesin diye sedef kakmalı sehpalara fincanları bırakıyorlardı. Bu teklifi duyan Mustafa Ağa'nın yüzünde beliren hafif gülümsemeye rağmen İbrahim Çavuş tüm hiddetiyle bir anda kükreyiverdi;
- Bre destursuz piç kurusuna bak hele, bizi haraca kesmeye gelmiş. Hem de yanındaki şu kediyi aslan eyleyip… Senin önünde taşıdığını kesip boynuna asar seni şehr-i İstanbul’da gezdiririm demesiyle kahkahalar iki kat artmıştı ki çocuk;
- Neye inanmıyorsunuz aslan mı? Bre ödlek herifler ben size ne diyeyim her yerde Mustafa Ağa şöyle zorba böyle zalim dersiniz lakin şimdi karşısına geçip keyif edersiniz. Hadi siz gölgenizden korkarsınız peki bu ağalara ne olur. Kendilerini padişah efendimizin yerine koyup ahaliye istedikleri gibi vergi koyar istedikleri kadı huzuruna çıkarır yalancı şahitlerle dava ederler. Ahalinin kazancını kendi kazançları gibi görüp haraç alırlar. Yetmez gibi birde böyle köşk gibi yerler inşa ederler. Şimdi siz şu adamın adalet dağıtan bir ağa olduğuna inanıp saygı için onun sofrasına oturuyorsunuz da benim şu tekirin aslan olduğuna mı inanmazsınız. Şu hayvanat bile sizden daha aslandır demesiyle bir anda herkes nereden geldiğini bilmedi. Sessizlik fazla sürmedi birkaç yeniçeri atılarak “müsaade et şuracıkta alalım canını ağa” dedilerse de Mustafa Ağa müsaade etmedi. Tüm ahali şimdi ne olacak diye düşünürken Mustafa Ağa çocuğu yanına çağırdı. Çocuk gayet sert ve kararlı adımlarla bu davete icabet etti. Karşısında duran çocuğun kulağına eğilerek bir şeyler söyledi. Mustafa Ağa'nın sözleri bitiğinde çocuk olmaz gibisinde başını bir sağa bir sola salladı. Mustafa Ağa gülerek tekrar eğilerek bir şeyler fısıldadı. Çocuğun bu seferki tepkisi sesli oldu;
- Olmaz ağam olmaz böyle bir kahvehane için günlük iki akçeden az haraç olmaz demesiyle ahalinin şaşkınlığı giderek artı. Nihayet çocuğun teklifini Mustafa Ağa başıyla onaylayarak kesesinde çıkardığı iki akçeyi çocuğun elline saydı. Çocuk akçeleri aldıktan sonra;
- Haydin bana müsaade ağalar nasıl olsa yarın yine görüşeceğiz kalın sağlıcakla dedi. Ve kedisini de yanına alarak kahvehaneyi terk etti. Herkes bir anda ne olduğunu anlayamadı. Yeniçeri ağaları, esnaftan ahali, baldırı çıplak külhanbeyleri, çingeneler, sazandeler herkes susmuş sadece kanaryalar ötüşüyordu. İbrahim Çavuş bir hışım Mustafa Ağa’nın karşısına çıkıp;
- Ağam sen neyledin böyle bizim yüzümüzü yerde koydun. Şu küçük velede bugün haraç verirsek yarın sonumuz ne olur. Ne iş ettin böyle demesiyle Mustafa Ağa’nın az önceki merhametinden eser kalmamış bakışlarıyla karşı karşıya kaldı. Mustafa Ağa bu sessizliği fırsat bilerek ilk kez bu kadar ahali arasında konuşarak şunları söyleyiverdi;
- Yanındaki kediyi aslan edip adalet arayan şu çocuk yarın iki gün sonra yaşadığımız düzeni bize zindan eder İbrahim Çavuş dedi… Bu sözleri kimini güldürdü kimini düşündürdü ama güneşin ağır ağır ellini çektiği boğaz manzarası herkesi ihya etmeye yetti… (R.K)

BİR GARİP GELDİ KAPIYA / ALİ DENDİ ONUN ADINA

Ali'nin Son Fotoğrafı.



BİR GARİP GELDİ KAPIYA / ALİ DENDİ ONUN ADINA


        Karanlık sokağı, üzerine düşen kar tanelerinin inadına aydınlatan kandiller henüz yanmıştı ki ahali teravih namazını kılmış camiden birer ikişer ayrılıyorlardı. Uzun Ahmet’in meşhur Çukurçeşme'deki kahvehanesinin ışıkları ile ayın şavkı birleşerek sanki raks eder gibi karanlığa nispet yapıyorlardı. Ramazan-ı Şerif’ten on gün kadar önceydi Uzun Ahmet’i tüm Şehr-i İstanbul’u yangın sarmış gibi bir telaşa almıştı. Kahvehanenin Ramazan-ı Şerif'e yetişmesi için gelinlik kız gibi bir heyecana kapılan bu namlı tulumbacı ilk olarak kahvehanenin tavandan peykelerine kadar her yerinin sodalı suyla adamlarına bir güzel temizletmişti. Ne de olsa kendince hem mahallenin hem de şu Şehr-i İstanbul’un namına yakışır bir kahvehane açması lazım gelirdi. Çünkü kahvehanesi Kasımpaşa ve Tavukpazarın’daki tulumbacı kahvehanelerinden dahi daha şanlı ve şatafatlı olmalıydı ki cümle âlemin dilinde Uzun Ahmet’in şanı alıp yürüsün derdiydi asıl olan… Temizlik işlerinden sonra bütün kahvehane bir düğün evi süslenir gibi elvan kâğıtlardan yapılan zincir ve güllerle donatılmıştı. Çalgıcıların çıkacakları sahne alı, yeşili kurallarla itinayla döşenmişti. Üsküdar'daki ustaların elinden çıkan sırçadan yapılmış renkli ve sırlı Yeni Dünya küreleri kahvehanenin tavanından birer ikişer sarkıtılmıştı. Kahvehanenin sandalyeleri sahnenin karşısına Gâvur Bonapart’ın askerleri misali gayet nizami şekilde tek tek dizilmişti. Ayrıca ahalinin epeyce olacağı hesaba katılarak hatır gönül usulü diğer kahvehanelerden araklanılan sandalyeler ise bir köşeye istif edilmişti. Yazık Uzun Ahmet’in adamları bu on gün boyunca neler çekmişlerdi. Eğer birine dokunsanız bin ah duymaya hazır olmanız lazım gelirdi. Hatta bir ara kendi aralarında “ acaba bir yerleri ateşe mi versek belki Ahmet ağam birkaç gün yangın işi ile meşgul olur da şu kahvehane sevdasından vazgeçer” diye konuştular. Ama dünya yansa Uzun Ahmet’in vazgeçeceği yoktu. Bunu adamları da bilirdi. Nitekim Ahmet ağaları bir boğa kadar kuvvetli bileğini, bir kurt kadar cesaretinin yanı sıra bir keçi kadarda inatçı olduğunu hepsi bilir, görür, tatbik ederlerdi.

       Kahvehanenin süsleme işi hal yoluna koyulmuş olsa da asıl dert bundan sonra başlamıştı. Çünkü boş, süslü kahvehaneyi kim ne etsin. Ahali şenlik ister, şenlenmek isterdi. Bunun için çalgıcı taifesi büyük önem arz ederdi. Tabii sırf çalgıcılar değil. Çığırtkanlar, meydancı ve köçekler de kahvehanenin olmazsa olmazlarıydı. Ahali aşka gelip maniler, semailer, koşmalar, destanlar söylerken arada bu köçekler oyun ederlerdi. Kimi zaman bir düğün misali ahali halaya tutuşur kimi zaman birbirlerini mani söyleyerek alt etmeye kalkışırlardı. Uzun Ahmet’in adamları tüm şehri alt üst ettikten sonra bir kırnata, bir darbuka, üç kollu zilli maşa ve çifte nâra’dan teşekkül olan muazzam bir ekip kurdular. Uzun Ahmet ilk başta bunları pek sevmese de mecburiyetten kabul etti. Her gece çalıp çığırdıktan sonra bunların tek dünyalıkları olan sazlarını tek tek toparlar tulumbacıların hortum, baskı kolları ve fenerlerinin asılı olduğu duvarın tam karşısındaki duvardaki çivilere asardı. Çalgıcı taifesi bu muameleden hiç memnun olmasalar da çıtlarını dahi çıkarmadan ellerindeki sazları teslim ederlerdi. Adamları Uzun Ahmet’e niye böyle yaptığını sual edince;
- Şu kırnatacı kara kurunun gözleri fıldır fıldır dönüyor. Bizden biraz fazla para vereni bulsa bizi veledizina gibi şuracıkta bırakır bunlar maazallah. Sazlarını rehin alıyorum ki bir yere kıpırdayamasın eşek suratlılar dedi.
Uzun Ahmet'in Tulumbacı Dostları. 

           Haksız da sayılmazdı. İyi çalanın namı çabucacık yayılırdı. Diğer kahvehane sahipleri bunların aklını çelip kendi kahvehanelerinde çalmaları için ettikleri hinlikler, Moskof kâfirinin dahi aklına gelmeyecek türdendi. Neyse ki Uzun Ahmet görmüş geçirmiş bir adamdı böyle tongalara gelmezdi…
Ramazan-ı Şerifi ehl-i Müslümanın kalbini aydınlatırken, Sultan Ahmed camisine asılan mahyada gözleri aydınlatmıştı. Uzun Ahmet’in kahvesi de aynı ihtişamla açılmıştı. Kapıda yirmi kuruşla beraber bahşişi veren herkese mekânın kapıları sonuna kadar açılıyordu. Lakin arada sıra şebıemred (yüzüne ustura değmemiş) veledler kahveye sızma girişiminde bulunsalar da her seferinde kıçlarına tekmeyi yeyip evlerine uğurlanıyorlardı. Mahallenin en bıçkın, ele avuca sığmaz civan mert yiğitler, ceketleri omuzlarında fesleri yar tekmesi yemiş vaziyette kahvehaneye gelir “adam aman…” ile başlayan manilerle kuvvetle bükemedikleri bilekleri sözle bükmek arzusunda olurlardı. Tulumbacılar ise kendi hallerini destan eyler ahaliye sunarlardı. Bunlardan en meşhuru ise Uzun Ahmet’in İnce Arap ve Hidayet adlı adamlarıydı. Yazdıkları destan;
Birimizin İnce Arap adı şöhret 
Birimizin namı olup Hidayet 
Hem bahadır hem genç idik gayet
İşbu nam ile meydana düştük
****
Bir gece kahvede cümle bulunduk
Yangın var dediler tez hazır olduk 
Fenerci, borucu, mevcud bulunduk
Süratle rah-ı revana düştük.
****
Kalbimizde yoktur zerre korku
Muttasıl ateşe sıkmaktayız su
Meğer tehlikeli mahal imiş
Mukteza-yı kader o yana düştük… her gece ya kendilerince yada çığırtkan tarafından sazların eşliğinde okunurdu. Sazlar, fasıla başladıklarında ahaliye nargile verilmezdi. Hele ki kendi ciğaranı kibritle yakmak ayıp sayılırdı. Meydancı elinde dolaştırdığı maşa ile bir nevi Şehr-i İstanbul’da yakılacaksa bir mahal yahut gönül bizim elimizden olur… Yaktığımızı söndürmekte yine bize düşer gibisinde ahalinin ciğarasını yakardı. Yine böyle günlerden birinde kar hafifçe yağarken ahali kahvehaneyi doldurmuş eğlence ediyordu. Sazlar susmuyor manilerin, destanların ardı arkası kesilmiyordu. Lakin vakit sahura yaklaşınca ahali birer ikişer evlerine revan olmaya başlamışlardı. En son müşterisini uğurlayan Uzun Ahmet günün hasılatının peşine düşmüştü ki adamlarından biri elinde bir sepetle içeri giriverdi. Çalgıcıların yevmiyelerini veren Uzun Ahmet adamının yüzündeki aptalca ifadeye anlam vermemişti ki az önce sazların sesiyle inleyen duvarlarda bir çocuk ağdı peyda olmuştu. Hem Uzun Ahmet hem de çalgıcılar oldukları yerde kala kalmışlardı. Şaşkınlığını üzerinde atan Uzun Ahmet adamına dönerek;
- Bre cibilliyetsiz o kucağındaki sepete bebe mi var dedi. Adamı ne diyeceğini bilemişti. Hem soğuktan hem de telaştan kekeleyerek;
- He ağam bizim kapıya koymuşlar bu sabiyi bende anlamadım! Demesiyle işler iyiden iyiye sarpa sarmıştı. Uzun Ahmet aldığı cevapla sinirlenerek bir aslan misali kükreyip;
- Bre namusuz herif bu bebe Pazar sepetimi ki bizim kapıya bırakılsın dedi demesine ama sesi öylesine yüksek çıkmıştı ki bunu duyan çocuk sanki onu bastırmak istercesine basmıştı ağıdı. Çocuğun bu figan feryadı tüm soruların üstünü örtmüştü. Kahvedekilerin teker teker kucağında dolaşan çocuğun nasıl susturulacağı derdi sarmıştı etrafı. Herkesi dolaşan çocuk Uzun Ahmet’in kucağına geldiğinde susuvermişti. Herkes çocuğun birden sesine kesmesine hayret kalmışlardı. Bu duruma en çokta Uzun Ahmet şaşırmıştı. Lakin zavallı sabinin ağlamaktan bitap düştüğü hiçbirini hatırına gelmemişti. Bunu fırsat bilen çalgıcı taifesi "eyvallah" deyip dükkândan bir anda yok oluvermişlerdi. Ne yapacağını bilmez gözlerle adamını süzen Uzun Ahmet;
- Gece gece aldık belayı kucağımıza demesiyle adamının kara suratında hafif bir gülümseme beliriverdi. Az önce ki öfkesinin geçtiğini görünce adamı;
- Ağam neylersen sen eylersin. Senin kapına bırakmışlar. Demek ki anası olacak orospu kasığında yatmış el kadar yavruyu şu havada terk etmiş gitmiş. Hem sevaptır ağam. Sen ki fakir fukara babasısın, kapına geleni geri çevirmek olur mu? Hazreti Musa nasıl Nil’e bırakılmış bu çocukta senin kapına gelmiş şu yavruya bela denir mi demişti ki Uzun Ahmet sözünü bitirmesine fırsat vermeden;
- Bre bizim kıt akılı Pehlivan'a bak hele başımıza Mola kesildi. Destur de ulan destur Hazreti Musa imiş yok Nil imiş ulan pezevenk o vakit bende Firavun mu oluyorum. Bas geri zaten canım burnumda… Bu konuşmalara arasında dinlenmiş olan sabinin sesi tekrar yükselirken Pehlivan karga tulumba kovuldu…

       Elindeki sepeti sıkıca sarıp sarmalayan Uzun Ahmet namına yakışan adımlarla bir çırpıda gönlünün sultanın kapısında bitivermişti. Kapı tokmağını üç kez art arda vurmasıyla açılan kapının ardında Esma’nın mah-cemalini görünce her şeyi unutuverdi birden. Sessizce içeriye girdi. Ellindeki sepeti divanın üstüne bıraktıktan sonra;
- Bak hele hanım bir misafirimiz var dedi. Esma ne olduğunu anlamamıştı ki sıkıca sardığı sepetten çocuğu kucakladığı gibi çıkarıvermişti. Esma hiç tepki vermedi. Güzündeki gülümsemeyle kucağına aldıktan sonra çocuğu;
 - Misafir, baş göz üzerine ağam. Sen getirmişsen bize de ağırlamak düşer dedi. 
Sormazdı zaten kimdir, nedir diye çünkü bilirdi garipliği, gurbeti Esma. Uzun Ahmet’in merhume eşinin son günlerinde gelmişti bu eve. Dışarıda âleme korku salan, sözünün üstüne söz söylenmeyen bu yiğidin kalbindeki acıları paylaşmış, onu çekip çevirmekten bir gün üşenmemişti. Allah şahid ya Uzun Ahmet’e onu bir günden bir güne incitmemişti. Ahali eşinin ölümünden sonra Esma’ya nikah kıymasını epey garipse de karşısına çıkıp bunu söyleyecek yürekleri pek tabii yok idi. Zaten her vakit öyle olmaz mı! Korkaklar arkadan laf söyleyip yüz yüze gelmemekle, âşıklar ise sözlerini ilan edip yüz yüze durmakla nam salarlar…
Esma kucağındaki yavrudan gelen tuhaf kokuyu çözmeye çalışırken;
- Ağam bu yavrucak bir başka kokuyor dedi demesine ama aldığı cevap –altına sıçmıştır– oldu. Esma gülümseyerek;
- Yok, ağam bu çocuk arakı kokuyor tövbe tövbe şu mübarek günde olacak iş değil demesiyle Esma’nın gülümsemesine bu defa Uzun Ahmet’in kıs kıs gülüşü eşlik etti. Sonra dayanamayarak;
- Ne yapayım gönlümün yönü mekânı, yavrucak çok içli ağlıyordu. Bende edemedim bir kaşık ağzına damlattı verdim. Sesi soluğu kesildi. Yol boyunca mutlu mesut geldi hanemize demesiyle ikisi birden kahkaha atılar.
Ama Esma hemen oracıkta çocuğun üstünü başın çıkartıp banyo ettirince bizim yaramaz tekrar cana geldi. Ertesi sabah ne Kadıya nede zabitlere vermediler çocuğu. Esma ben bakarım dedi. Öyle de oldu. Ali koydular adını. Hastalandı gece yarılarında doktorlar buldu Uzun Ahmet. Yürümeye başladığında kafasını sehpaya çarptı sehpayı kırdı. Bayramlarda ayağından çarığını cebinden harçlığını eksik etmedi. Başında hiç fesi eskimedi. Ceketini, mintanı, gömleğini noksan eylemedi. Kendi evladıymış gibi üzerine titredi. Yeniçerilerin, tulumbacıların, kabadayıların, külhanbeylerinin hikâyelerini anlatı ona. Ama Ali en çok Hayber’in fethini sevdi. Çünkü koca tulumbacı reisi Ali için at olmaktan çekinmiyordu bu hikâyede… Ali zamanla büyüdü. Kahvehanede baba bildiği Uzun Ahmet’e yardım eyledi. Adap, erkân, racon belledi. Tulumbacıların uğuru oldu Ali. Nerede bir yangın çıksa tulumbanın üzerine yapılan özel tahta oturur öyle yangın mahalline gidilir olmuştu. Ne hikmetse onun olduğu yangınlarda rüzgâr kesilir, sanki su bereketlenir, yangın büyümeden söndürülürdü. Hatta Cihan Sultanı Abdülhamit Han Hazretleri bu ocağa başarılarından dolayı nişan dahi taktim etmişti. Günlerden bir gün kahvehaneye Ali için özel fotoğrafçı çağrıldı. Agop Efendi yanında getirdiği ayaklı makineyi ihtimamla kurdu. Bir tek kare fotoğrafı çekildi. Uzun Ahmet evladı bildiğinin resmini her daim koynunda sakladı…

       Zaman zuhur oldu. Ali on yaşında bile değildi ki sıra kalem bastı. İstanbul alt üst edildi. Ne gören ne bilen vardı. Hayy’den geldi hu ya gitti dendi. Uzun Ahmet yıllarca aradı durdu Ali’yi. Bu uğurda tulumbacılığı terk etti. Kahvehanesini kapattı. Esma’nın yavrum nerede sorusuna cevap bulamadı. Ve bir gece nam salmaya hevesli yeni yetme bir bitirimin vurduğu kama ile olduğu yere yığılıp kaldı. Hiç ses etmedi. Yardım istemedi. Onu bulanların gördüğü, sol tarafına yatmış başı ve açıkgözleriyle sağ avucundaki Ali’nin resmine baktığı oldu… Bunun üzerine her semai kahvehanede şu mısralar söyledi;

Bir garip geldi kapıya 
Ali dendi onun adına
Uzun Ahmet deli oldu uğruna
Ölürken bile gözlerini yummayıp baktı evladına… (R.K)

15 Ağustos 2015 Cumartesi

SİZİNKİLER VE BİZİMKİLER



SİZİNKİLER VE BİZİMKİLER


Bu yaz üniversitedeki üstün başarısızlığımı babamın öğrenmesinin ardından verdiği ilk tepkisi oldukça netti;
-  Bu adam olmaz söyleyin ona gözüme gözükmesin Bodrum'a Faruk Ethem'in yanına gönderin.
 Evet Bodrum, güneş, kumsal, deniz ve partiler mükemmel görünebilir ama bunların hepsinin önünde dağ gibi duran deli mi yoksa dahi mi olduğunun çözemediğim Faruk Ethem amcam… En son Faruk Ethem amcamı yaklaşık beş yıl önce eşini kaybettiğinde görmüştüm. Gülay yengemin tabutuna sarılarak;
 - Şimdi ben ne yapacağım baharım! Kime kızıp, kime küseceğim, hani önce ben gidecektim. Ben daha seni sevmeye doyamamışken bırakıp gittin beni deyişini asla unutamadım. Amcam Gülay yengeme hep baharım diye seslenirdi. Hatta amcamlar bize geldiği zamanlarda sırf yengeme yapmış olduğu bu iltifatlardan dolayı annem babamın günlerini cehenneme çevirirdi. Hatırlarım bir defasında annem babamı köşeye sıkıştırmış;
- Şu Gülay'dan ne eksiğim var benim Emin bey. Keşke biraz kardeşine çekseydin dediğini. Bu sözlerin sonrası babamın şekilden şekle giren yüzü annemin uzaklaşmasıyla, amcama edilen sayısız küfre yerini bırakırdı. Sadece iltifat konusunda değil, babam ile amcam bir çok konuda farklı görüp, düşünüp, hissederlerdi. Uzun uzun yapılan ülkenin siyasi meselelerine dair tartışmalar da babam her zaman ülkenin büyük güçlerce yönetildiğini öne sürerdi. Sonra birazda kızarak;
- Ah bu Amerika, İsrail ve Rusya'nın üzerimizde oynadığı oyunlar olamayacak bak biz nasıl büyür, güçleniriz. Bu fitne odakları olmayacak kim durabilir Türkiye'nin önünde derdi.
Amcam bu sözleri dinleye dinleye ezberlemiş olsa gerek ki daha -Amerika- sözcüğünü duyar duyamaz yüzünde hınzırca bir gülümseme beliriverdi. Babam sözünü bitirmesine yakın amcam;
-Yapma be abi, başımıza gelen her şeyin  nedenini  dışarıda arama hastalığında kurtulalım artık lütfen. Hem bu memleket kendine inansa ve dürüst olmayı başarsa ne Amerika ne İsrail'i tanır. Ama günü kurtarmaya çalışan siyasetçiler, koltuk sevdalısı idareciler, iş bilmez yada işten iş çıkaran bürokrasi, varken Amerika ile İsrail'e gerek yok bu için memlekette dedi. Zaten bu konuşma sonrası seslerin tonları artı, tartışma o kadar hararetlendi ki sırf bu yüzden amcam ile babam yengemin vefatına kadar küs kaldılar. Zaten benim de Bodrum'a gönderilmemin asıl nedeni amcamın nasıl olduğunu babama rapor etmem ve bu sürçte de amcamın nasihatleri eşliğinde kaldığım beş dersin kritiğini yapmamdı. Ertesi gün elime tutuşturulan bilette Cuma 21:00 İstanbul-Bodrum seferi koltuk no:10 yazıyordu. Hazırlanan valiz, annemin öğütleri, babamın verdiği zoraki harçlık ve otobüs camından yapılan elveda seremonisi… Yaklaşık 10 saatlik yolculuk  sonra Bodrum da sabahı uykudan az önce uyanmış muavinin yaptığı - sayın yolcularımız firmamızı tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz - anonsla karşıladım. Gözlerimi açtığımda otobüsümüz otogara giriş yapmış perona doğru giderken amcamı gördüm. Sanki biraz daha yaşlanmıştı. Otobüsten iner inmez sıkı sıkıya kucaklarken beni;
- Hoş geldin hayta şu valizlerini alalım. Güzel bir kahvaltı bizi bekler. Acele etsek iyi olur dedi.
Bense bu sıcak karşılamadan gayet memnun bir şekilde ;
- Valla bende kurt gibi acım be amca dedim.
Ama amcam bu sözümün ardından yaşadığım saadettin kısa olacağını belirten şu cümleyi kurdu;
- Eee artık kahvaltı da anlatırsın beş dersten nasıl çaktığının değil mi hayta dedi…!
Anlaşılan sebebi ziyaretim daha ben gelmeden bütün detaylarıyla amcama bildirilmişti. Bu yüzden yapacak bir şey yoktu. Benim başım önümde, amcamın ise yüzünde o hınzırca gülüş ve valizin çıkardığı takırtıyla yolumuza devam ettik. Kahvaltı için amcamın arkadaşının dükkanına vardığımızda mekanın terasına kurulmuş muazzam bir masa bizi karşıladı. Kahvaltı da amcama üniversitede yaşadığım sıkıntıları tek tek anlatım bir hariç tabii o nasıl anlatılır ki yada benden başka kim anlayabilir ki…? 
Kahvaltı sonrası amcam sade kahvesinin gelmesiyle cebinden çıkardığı sigara ve çakmağını masaya koydu. Önce kahvenin yanında gelen suyu içtikten sonra sigarasından bana uzatarak;
- Al bakalım hayta, üniversite de bu kadar dersten kalmış bu kadar da uyum sorunu yaşamışsan sigara denen ehli keyifle de tanışmışsındır yak bakalım dedi. 
Şaşkın ve tedirgin bir ifadeyle
- Ben kullanmıyorum amca, benim böyle kötü alışkanlıkların yok dedim. Ancak sabah kahvaltısı sonrası uzatılan sigaraya yok demek tarifi olmayan bir azap amcamın beni denemediğine inansam alıp yakıverip bir nefes bir nefes daha sonra patlasın afyonum…
- Hmm şimdi ben kötü bir şey mi yapıyorum. Sende baban gibi Yeşilaycı mısın  yoksa ? Etme yeğenim daha akşama rakı sofrası kuracağız. Bak şuraya 10 günlüğüne gelmişsin İstanbul arkada kaldı burada gecen 10 günde burada kalacak o yüzden rahat ol dedi. Sonra kahkahayı basarak sigarayı tekrar uzattı ve devam etti konuşmaya; 
- Zaten beş dersten kalmışsın sana bu saatten sonra karada ölüm yok yeğenim, yak işte şu sigarayı, gözlerin kan çanağına dönmüş nikotinsizlikten dedi. Ancak amcamın bütün ısrarına  rağmen karşısında o sigarayı içemedim. Çünkü bunu diyen amcam yıllardır sigarasını babamdan gizli saklı içmişti. Kahvaltıdan kalktıktan sonra uzun ve dar bir patika yoldan önünde meyve ağaçları, kapının girişine kadar olan yolun sağında ve solunda renk renk çiçekler olan iki katlı evine gelmiştik. Amcam yazın buralar çok debdebeli, cümbüşlü oluyor bu yüzden ben Bodrum'un kışını seviyorum biz bize kalıyoruz dedi. Onu dinlerken gözlerim yol yorgunlundan yavaş yavaş kapanı vermiş…
 "Sıranın en önündeki ceylan gözlü güzel, bak yine yakalandım sana. Aşk böyle bir şey olsa gerek saatlerce o bir çift göze bakabilmek için çaba harcayıp sonra o ahu gözler gözlerime değince utancından başını önüne eğmek… Ama bu sefer olmaz, bu sefer kaçmak yok gözlerinden yudum yudum içip sarhoş bir mecnun misali seviyorum seni, seviyorum seni…"
- Erkan evladım kalksana! Kime diyoruz yaa daha alışverişe gideceğiz hayta akşam oldu uykunun zamanı mı uyan Erkan uyan …!
Yirmi bir senelik rüya hayatımın en romantik, en cesaretli anı bu sesle birden gerçek aleme dönerek son bulmuştu. Amcam işte o da nereden bilebilir ki benim rüya mı? hem bilse belki rahatsız etmezdi. Ben ne diyorum ya iyice saçmalamaya başladım. Kafamın içinde dolaşan aptalca soruları biraz erteledikten sonra amcamın ısrarı neticesi alışverişin yolunu tuttuk ama ben hala gördüğüm rüyanın etkisinde bir aşık, amcam ise; limonun iyisi bu manavda, ettin iyisi bu kasapta, şu bakkal biraz dalaverecidir ama bana yanlış yapamaz, işte rakıya da buradan bakalım dedi. Ben rakı kelimesini duyar duymaz verdiğim ilk tepki kocaman bir "NEEE" oldu. Bu nida sonrası amcam;
-  Hayırdır yeğenim bir sıkıntı mı var dedi ? 
Bense şaşkın bir şekilde;
-Ne bileyim amca sen kahvaltı da akşam rakı masası kuracağız deyince şaka yapıyorsun diye düşünmüştüm dedim.
- Aslında ilk başta bende öyle düşünüyordum yeğenim ama sonra sen uyurken sayıklamam bizi buralara kadar getirdi dedi.
Uyurken mi, sayıklamak mı yoksa amcam her şeyi öğrendi mi? şimdi ne yapacağım inkar etmem gerek, yok amca öyle bir şey deyip bu işten yırtmalı… Ama amcam Dış İşleri Bakanlığından emekli mülkiye mezunu eski bir kurt hiç yutar mı?
- Şeyy şeyy amca ne sayıklaması ben sayıklamam ki ?
-  Meryem, Meryem diyen ben miydim hayta. Zaten beş dersten kalma hikayende büyük bir eksik vardı o da şimdi tamamlandı. Neymiş üniversiteye alışamamış, arkadaşı yokmuş, ahali hep politikmiş, bende kendi kendime soruyordum esas kız nerede diye işte o da sahneye çıktı. Gülümseyerek, Şimdi her şey tamam dedi.
- Meryem arkadaşım sadece amca hani yanlış olmasın! demeye kalmadı ki susturdu beni;
- Tamam arkadaşın yeğenim tamam… Şimdi sokak ortasında arkadaşınla ilgili sohbet etmeyelim istersen, şuradan rakımızı alalım birazda meze masamıza oturur uzun uzun konuşuruz arkadaşın hakkında dedi. Dükkana girmesiyle çıkması bir oldu. Biraz sinirli bir tavırla "hadi gidelim" deyince bu sinirli halinin sebebi ben miyim acaba diye düşünmeye başladığım anda amcam başladı küfretmeye;
- Bunların ben ta … Tekel rakısı yok mu diyorum "abime viski vereyim, abime şarap vereyim abime votka vereyim" lan biz o kadar kalantor adamıyız ki rakıdan başka bir şey içeceğiz! Onu vereyim bu vereyim diyene kadar kısa yoldan, abi ben şerefsizim Türk içkisi satmıyorum desene ama olmaz ila beni şerefsiz olduğuna ikna edeceksin. Hele geçenlerde bir dükkan da şunu gazeteye sarar mısın dedim. Çocuk aval aval yüzüme bakıp -Babalık burası Bodrum burada kimse kimsenin içtiğine karışmaz, ne diye gazeteye sarayım bunu demesin mi! Topladım veledin yakasını, bir ben "babalık" değilim kırarım senin o çeneni, iki senin yaşın kadar benim içkiyle mesaim var. Senden mi öğreneceğim rakının nasıl taşınacağını. Üç kimseden bir şey sakladığımız yok bir adap usul vardı sizin gibi yavşaklar bundan bihaberse ben ne yapayım dedim. Amcamın anlattıkları beni bir an şok etti. Babamın söyledikleri boşuna değilmiş demek ki; benim kardeşim yarım akıllı bir adamdır, pek sağı solu belli olmaz. Ondaki inat kimse de yoktur dağın başındaki keçiyi ikna edersin, bizim Faruk Ethem Nuh der Peygamber demez. Hele o deli damarı biri yanlışlıkla yada bilerek bir basarsa vay haline derdi. Rakı krizi fazla süremedi. Amcam girdiği diğer dükkan da tamda istediği şekilde gazeteye sarılmış rakısını aldı ve çıktı. Amcam şimdi sıra mezelerde hadi bakalım demesiyle biraz tenha da kalmış ara sokakların birindeki dükkana girer girmez dükkan sahibi;
- Ooo kimler gelmiş Faruk abim, nasılsın abim? ne arzu edersin mezelerin her biri ağzına layık buyur abicim dedi.
- Tamam İhsan neredeyse devlet protokolü uygulayacaksın bize şurada alacağımız yüzer gram meze dedi amcam ama gülerek devam etti; gerçi senin bu karşılaman normal senin şu dükkana benden başka gelen enayi var mıdır? tabii ki de yoktur değil mi İhsan?
  - Yapma be abi bilirsin bizim kimlere hizmet verdiğimizi, ağzının tadını bilen ağabeylerimiz bizim mekanımızı şereflendirir yoksa şimdi ki yeni nesil ne bulsa mideye indiriyor bakmıyor hiç bunun sarımsağı bunun baharatı eksikmiş. Hatırlarım bazı müşteriler rahmetli babama hesap sormaya gelirlerdi - Remzi usta bugün kafan dalgındı herhalde haydarının zeytinyağı az olmuş ne iş bu!- dediklerinde garip babam kem küm ederdi. Diyemezdi ki; ulan siz önce veresiyenizi verin zeytinyağı tabii az olur alacak para mı var bende. Rahmet olsun iyi adamdı vesselam. Bu köhne dükkanı bir de bu mesleği bize emanet edip göçüp gitti dedi demesine ama amcamın sinirli bakışları onu kendine getirme yetti.
- İhsan gözünü seveyim yüzer gram ezme salata, patlıcan közleme, kavurma, birazda şu yaprak sarmasından ver bakıyım. Haydari kalsın onu ben yaparım.
- Ya Faruk abi iyisin hoşsun ama korkarım bu inadın yüzünden benim şu güzelim haydariyi tatmadan öte ki tarafa göçeceksin, gel bu da benden olsun be abim bu seferlik dene olmaz mı?
- Olmaz İhsan ben yaparım, uzatma işte ver şuradan istediğim mezeleri de gidelim dedi amcam. Ama mezeci İhsan'ın pes etmeye hiç niyetti yok gibiydi yüzündeki gülümsemeyi biraz daha artırarak devam etti;
- Abim neyini eksik yapıyoruz senin yaptığın haydariden, bir sırrın varda bize mi söylemiyorsun dedi?
- He var İhsan söyleyeyim mi sana kağıt kalem al eline, bak bu sırrı kimseye vermem normalde yaz bakalım HIYAR!
- Hıyar mı abi…
- Evet İhsan hıyar! Bu memlekette senin gibi hıyar çok ama bak bir cacık olmuyor asabımı bozup beni deli deli konuşturmadan ver şu paketleri gidelim. Amcamın bu sözleri sonrası mezeci İhsan'ın suratında beliren ifade, bana mutluluğun tablosunu çizsene Abidin sorusunun cevabi niteliğindeydi. Mezeleri de aldıktan sonra evin patika yolları bizi bekliyordu. Amcam biraz söylenerek;
- Belediyeye kaç kere söyledim şurayı ışıklandırın diye ama nerede o hizmet anlayışı aman yeğenim bastığın yere dikkat et düşersin falan bunlar içmeden sarhoş olmuş dedirtme bize telkinleriyle sonunda eve gelmiştik. Amcam hemen mutfağa girdi. İlk olarak o meşhur haydariyi yaptıktan sonra aldığı diğer mezelerle mükellef  bir sofra kurdu. Büfeden çıkardığı dört tane rakı kadehini de masaya koyduktan sonra;
- Hadi bakalım hayta soframız hazır otur bakalım dedi.
Yol boyunca yaptığı konuşmalarla beni ikna eden amcam rakı mevzusunun sigara gibi olmaması için oldukça çaba göstermiş bende bu konu da onu fazlaca zorlamamıştım. Amcam kadehlerimize rakı doldururken benimkine su ekleyerek, böylesinin benim için daha makbul olacağını söyledi. Sonra Gür ve heyecanlı bir sesle;
- Hadi bakalım sağlığına hayta! Gidenlere, kalanlara ve dostlara içelim bu gece dedi. 
Ben ilk defa rakı içtiğim için ağzımın yüzümün buruştuğunu görünce amcam - alışırsın, alışırsın hele şu mezelerden bir iki atıştır dedikten sonra ayağa kalktı. Tam arkasındaki komodinin en üsteki çekmecesini açtı. Plak arasında ellini dolaştırırken, buldum işte seni dedi. Çıkardığı plağın üzerinde sarışın bir hatun resmi vardı. Resmin altında ise büyük harflerle ESENGÜL yazıyordu. Amcam plağı özenle gramofona yerleştirdi. İğnesini plağın üzerine indirdikten sonra kısa bir hışırtı ardından "Neden saçların beyazladı arkadaş sana benim gibi çektiren mi var" şarkısı çalmaya başladı. Amcam bir an  ah Şeymus Diyarbakırlı Şehmus dedi. Bense anlam veremediğim bu nidayı amcama sorma için hazırlanırken amcam bir kez daha bu sefer gülümseyerek Diyarbakırlı kominal Şehmus dedi… bense bir cesaret soru verdim;
- Amca sen  Müzeyyen Senar dinlerdin eskiden hatta sevmezdin böyle müzikleri, hem Şeymus kim amca dedim ?
- Doğrudur yeğenim ben Müzeyyen Senar'ı severim hatta bende bütün plakları da vardır. Ama yeğenim ben Müzeyyen Senar'ı baharımla dinlemeyi severdim. Şimdi o yok neyleyim Müzeyyen Senar'ı onun ahu gözlerine bakıp dinleyemedikten sonra dedi.
Oda da birden soğuk ve hüzünlü bir hava esivermişti. Bir an üzüldüm amcamın o halini görünce sonra kendi kendime çok sevmek acaba iyi bir şey değil mi diye düşünürken amcam bu düşünceli halimi görmüş olacak ki konuyu hemen değiştirmek için;
- Şu fotoğrafı görüyor musun yeğenim, Şeymus yanımdaki pos bıyıklı işte dedi.
Siyah beyaz fotoğrafı bana uzattı, amcamın ne göbeğinden ne de kelinden eser yoktu. O zamanlar tam bir filinta. Şeymus arkadaşı olsa gerek amcamdan biraz daha uzunca ve yapılı, saçları hafifçe uzun pos bıyıklarından dudakları dahi görünmüyor. Her ikisinin gömlek yakaları ve pantolon paçaları çok komik geldi bana ama ihtimal ki o zamanın modası. Fotoğrafın çekildiği yer sanırsam bir park ama tam emin değilim. Neyse ki amcam bu meraklarımı giderecek bütün bilgileri fotoğrafın arkasına zamanında yazmış. "Ankara Fuarı 5 Nisan 1978"
- Amca sıkı arkadaşmışsınız belli şu fotoğraftan dedim. Amcam önce gülerek onaylar gibi başını salladı sonra rakısından bir yudum alarak;
- Öyleydik inanır mısın ? senin deyiminle o kadar sıkı arkadaştık ki neredeyse birbirimizi yemek  üzereydik dedi…
- Nasıl yani amca anlayamadım dediğim de amcam bitten rakısını tekrar doldurmakla meşgul idi. Raksını doldurduktan sonra sigarasını yakarak anlatmaya başladı.
- Bizim zamanımızda üniversiteler bu kadar rahat değildi. Şimdi sen diyorsun ya amca herkes politik en fazla ne yapıyorsunuz? Üniversitenin yaptırdığı kamelya da oturup saatlerce gündelik siyaset konuşuyorsunuz değil mi? Ötesi yok, boykot yok, işgal yok, yürüyüş eylem yok, vurulan arkadaşın yok, okumak zorunda olduğun kitaplar yok ve değiştireceğine olan inancın yok değil mi yeğenim? Diyarbakırlı Şehmus ben Ankara Mülkiye'de ikinci sınıfken o da birinci sınıf idi. Elinde Karl Marx kitapları kafada komünist düşünceler Diyarbakırlı esnaf bir babanın en küçük oğluydu. Bense Eskişehir'den gelmiş rençper Halit ağanın ikinci oğlu Faruk Ethem. Bakma babama ağa denildiğine yeğenim toprak zengini olduğundan değil gönül zengini bir adamdı rahmet olsun. Bir tek anneme ağa idi geri kalan herkese maraba. Bizi o şartlarda okuttu üniversiteye gönderdi. Ankara'ya geldiğim de ise bu komünistlere karşı Milliyetçi Türkiye'yi savundum. Sloganımız, Ne A.B.D ne Rusya ne de Çin her şey Türklük İçin-di… Herkesin kendince fikir mücadelesi verdiği yıllardı. Ama istesek de istemesek de bir yerde de şiddettin kol gezdiği günlerdi. Yine böyle bir zamanda altı arkadaş okuldan çıktık evlerimize gideceğiz. Bu Şehmus çıkıverdi karşımıza bizimkilere gün doğmuş gibi oldu. Çünkü iki hafta önce bir arkadaşımızı tek yakalamış, çocuğu tekme tokat dövüp hastanelik etmişlerdi.Tam bizimkiler fırsat ayağımıza geldi intikam zamanı derken bunları durdurdum. O vakitler sözüm dinlenirdi yeğenim. Arkadaşlara; - Bunlar yapmış bir adilik bize bir adama saldırmak yakışmaz dedim. Bu sözümden sonra bizimkilerde sus pus oldular. Bu Şehmus'a dönerek hadi sende yoluna devam et bir daha da çıkma karşımıza dedim. Ama yeğenim Şehmus'un bir gidişi vardı ki resmen topukları kıçına değiyordu. Gerçi onun yerinde bende olsam bende öyle giderdim ya vesselam…
- Eee amca biraz saçma değil mi bu halleriniz bak konuşunca anlaşıyor musunuz niye o zaman bu kadar kavga ettiniz neden bunca genç insan öldü? Valla ne yalan söyleyeyim biz arkadaşlarla oturup sağcısı, solcusu, inananı, inanmayanı konuşarak her şeyi çözebiliyoruz ve sizin kuşağı bir türlü anlayamıyoruz. Hatta geçen bir arkadaşım o zamanlar da galiba onlara heyecan lazımmış bu yüzden bu kadar birbirlerini yemişler dedim demeye ama amcam birden köpürüverdi. Galiba babamın bahsettiği amcamın deli damarına basmıştım bir kere ;
- O arkadaşın halt etmiş, eşek sıpasına bak hele biz eğlence arıyormuşuz! Heyecan peşindeymişiz! yok oturup konuşsaymışız olmaz mıymış? Bizler bir şeyleri değiştireceğimize inandık yeğenim ve hala inanıyoruz sizin gibi tıfıllar bizi akılsızlıkla suçluyorsunuz? Sende üniversitede karı kız peşinde koşana kadar benim gibi bir kavgaya girip kafana Das- Kapitali yeseydin anlardın beni. Hem kavga etmek hatta dayak yemek her zamanda kötü değildir ben yengenle nasıl tanıştım zannediyorsun dedi.
- Nasıl yani amca Gülay yengemle sen kavgada mı tanıştın? bu soruyu sorunca amcamın biraz olsun siniri yatışır gibi oldu. Biran durdu iki üç dakika sessiz kaldı o zaman sürecinde gözünün önüne ne geldi ya da neyi gördüyse onun tebessümü yüzünü kaplayıverdi.
- Yok be hayta o kadar da değil kavga o işin bahanesi oldu. Bir gün yemekhane de iki grup karşı karşıya geldik. Sağcısı da Solcusu da beliydi neyse kavga çıkıverdi. Sandalyeler masalar havalarda uçuşuyor. Düşün masaların altından adam çıkıyor tabii onlara adam denirse şimdi memleketi idare ediyorum diye kasım kasım kasılanlar o dönemde masa altına gizlenip bu olaydan nasıl yırtarım derdindeydiler. Her neyse çıkan arbede de benim kafa yarılmış ama farkına varana aşk olsun. Ancak sıcak kan boynumdan aşağı inince fark ettim sonra bizim çocuklar gördüler bir telaş kendimi o kavganın ortasından çıkıp hastahane de buldum. Bir yandan bizim çocuklara çıkışıyorum niye beni çıkardınız kavgadan sanki kaçmış gibi oldum diye ama bir taraftan da başımın ağrısından duramıyorum. İşte tam o esnada beyazlar içerisinde orta boylu kara gözlü bir ahu dilber  yaklaştı;
- Beyefendiyi içeriye alalım önce tabip bey tetkik etsin gerekirse dikiş atılır dedi.  Neyse doktor geldi yaraya bir güzel baktı yeğenim üstüne birde üşenmedi bana iyi bir fırça attı; rahat durmazsanız sonunuz böyle olur, koca memleketti paylaşamıyorsunuz yazık size diye. Tabii bir şey diyemedim. Sonra doktor;
- Gülay hanım dikiş atalım yaraya hadi geçmiş olsun dedi. Kafaya dikişi attık ama o vakitten sonra gönlümüzün söküğü ortaya çıkıverdi. Yengenle böyle tanıştık sonra mektuplar, buluşmalar en sonunda evlendik işte…
- Vay be amca hikayeye bir bak ben bunu hiç bilmiyordum.
- Bilmezsin tabii hayta, baban anlatmaz böyle şeyleri malum anneni neredeyse zorla verdiler benim romantik hikayem inceden babanın sinirlerini bozar dedi bol kahkaha eşliğinde sonra;
- Sen anlat bakalım bu Meryem kimdir ?
- Amca o mevzu biraz karışık aslında Meryem bizim sınıfın en güzel kızı bende ondan hoşlanıyorum ama bir türlü söyleyemiyorum işte… Galiba bizim nesil sizin kadar cesaretli değil be amca dedim ama kafamdaki soru Şeymus'a dairdi eğer amcam o dönem milliyetçi Şehmus da Komünist ise bu iki kutup bir resimde nasıl buluşmuş olabilirdi ki ?  
- Olur yeğenim ama yüreğinden geçenleri geç olmadan söyle bak sonra başkası gelir alır kızı gözün göre göre haberin olsun dedi demesine ama nasihatten ziyade Şehmus ile Faruk Ethem'i yan yana getiren şeyi daha çok merak etmiştim en sonunda sormaya karar verip;
- Amca şu komünist dediğin Şeymus ile senin nasıl oluyor da böyle canciğer arkadaşmış gibi bir fotoğrafınız olabiliyor merak ettim doğrusu? Amcam soruyu duyar duymaz bir kahkaha daha bastı. Kadehinde kalan son yudum rakısını içtikten sonra yeniden bir kadeh doldururken anlatmaya başladı;
- Vay hayta vay biz buna Meryem diyoruz bu bize Şehmus ile münasebetimizi soruyor. Hani en başta anlatım ya bizim Şehmus'u dayaktan kurtardığımı bir gün Şehmus'dan gizli bir pusula geldi bana " bu gece evine farklı bir yoldan git bizimkiler sana pusu kurdu" yazıyordu. O akşam dediğini yapıp farklı bir yoldan evime gittim. İşte o farklı yol aramızdaki bütün farklılıkları ortadan kaldırdı. Bir zaman sonra bende ona bir pusula gönderdim; "bizimkiler sana pusu kurdu diyorsan artık onlar sizinkiler olmuyor Şehmus bense bu durumu bizimkilere asla açıklayamam o yüzden sizinkilerin ve bizimkilerin olmadığı Ankara Fuarı'nda bu ayın 5'i gecesi görüşmek üzere hoşça kal. Tanrı Türk'ü ve seni korusun" diye yazdım. 
5 Nisan 1978'de Ankara Fuarı'nda buluştuk. Önce tokalaştık yarı resmi bir ciddiyetle bir mekana oturduk. Sonra konuştukça açıldık o ailesini sevdiği kızı anlatı ben aile mi ahu gözlü hemşireyi işte o vakit ikimizde birbirimizi tanıyarak davalarımıza ihanet etmiştik. Adın niye Şeymus dedim; Allah dostu olan Sultan Şeymus'dan geldiğini söyledi. Güldüm, Şehmus  ise sinirli bir ses tonuyla niye gülüyorsun diye çıkıştı bana; - Adın Allah dostu adı olacak sende gelip Ankara'da Allah'ı inkar edenlerle bir safta olacaksın ona güldüm be Şehmus dedim. Bunun üzerine Şehmus'da Faruk'u anladıkta Ethem nedir lo yoksa Çerkezlik mi var sizde diye sordu; -Yoktur aslımızda Çerkezlik ama Rus zulmünden kaçan yurtlarından sürgün edilen çok Çerkez komşumuz olmuştur dedim. Bunlardan Timaf amca ki biz ona Timur amca diyorduk çünkü adını bir türlü doğru telaffuz edemezdik. Timaf, aydınlığımız, uğurumuz demekmiş ama pek aydınlık günler geçirmemiş Timaf amca. Annem bana hamileyken bizim mahalleye taşınmışlar epeyce ihtiyarmış evlatları bakıyormuş, babamla kısa zamanda ahbap olmuşlar. Babama yaşadıklarını anlatmış, Ruslar tarafından yurtlarından edildikleri esnasında Ethem diye beş yaşlarında bir evladı varmış. Ancak gemiyle Türkiye'ye gelirken  kıtlık yüzünden yolda Ethem hayatını kaybetmiş, babam bu anlatılanlardan o kadar etkilemiş ki ben doğunca adımı Faruk Ethem koymuş. Timaf amca bunu duyunca iki gün boyunca ağlamış hatta adıma kurban bile kesmiş benim hikayem de bu dedim. O da bana güldü ne oluyor dedim; - Adında iki halkı birden taşıyorsun ama bir türlü halkların kardeşliğine inanmıyorsun dedi. Güldük gülüştük o fotoğrafı çektirdik sonra zaman öyle bir geçti ki üzerimizden, koca bir ihtilal ile… Hapisler, işkenceler, idamlar, sonra yaşamamıza kaldığımız yerden devam etmemiz istendi. Ben memur oldum Şehmus ise kominal yaşamın hikaye olduğunu görüp Diyarbakır'a bir mandıra kurdu. Yıllar sonra Ankara'da buluştuk tam Şehmus'u tek yakaladığımız sokakta Şehmus;
- Atacağın aha tam şurada bir yumruktu patlatsaydın ya suratımın tam ortasına be adam dedi ve devam etti; Niye düşüncelerime balyozlar indirdin. Şimdi ne sizinkiler var ne de bizimkiler kaldık mı yine baş başa dedi. Sıkı sıkıya kucaklaşırken bende ona;
- Hatırlıyorsun değil mi Ankara Fuarı'nda çalan parçayı "Neden saçların beyazlamış arkadaş sana da benim gibi çektiren mi var" hem aşık hem inanmış çocuklardık ondan beyazlamıştı saçlarımız Kominal Şeymus dedim. Bir dönem böyle kapandı yeğenim yani biz hep birbirimizi yemedik eğlence heyecanda aramadık inandık sadece inandık dedi amcam sonra Esengül eşliğinde bir duble bir duble daha sevgiliyi özleyerek dostları yad ederek… (R.K 20.01.2014)

Neden Böyle Olmasın Ki...



Neden Böyle Olmasın Ki


           Tarihe dair birçok tasnif söz konusudur. Bunlar arasında en yaygın olarak hepimizin bildiği tasnif ise insanoğlunun gelişim evrelerine göre devirlere taksim edilişidir. Bu taksim neticesinde ortaya çıkan devirler şu şekildedir; İlkçağ, Ortaçağ, YeniÇağ, Yakınçağ. Bu devirleri olarak ilkokul panomuzu süsleyen tarih şeridinden anımsayabilirsiniz. Bu küçük anıdan yolla çıkarak peki insanlık tarihinin tasnif ve taksimi yukarıda yer alan resimdeki gibi "Neden Olmasın Ki" diye düşündüm. Ve haklı gerekçelerimi sizinle paylaşmak istedim. 
   
          Malum insanlık bu dünyada var olduğu süreçten başlayarak suya yakın olmak ya da suya hâkim olmak arzusunda olmuştur. İlk insan yerleşkesi olan Anadolu topraklarında insanların iskân oldukları noktalar bu yüzden Kızılırmak, Yeşilırmak, Fırat ve Dicle havzaları olmuştur. Su insanlığın ilk ve ana içeceği olmuştur. Aynı zamanda su kenarında ilk insanlığın yaşadığı romantizmi hayal dahi edememekteyiz. Ancak bildiğimiz bir şey varsa bu ilk dönemin isminin "SU Çağı" olduğudur. Bu devrin sona ermesindeki en büyük etken ise su kenarına yerleşen insanlığın, doğada yetişen yabanı tohumlar ile tarım evresine geçişleri olmuştur. Bu sayede üretim toplumunun ilk örneklerinin görülmeye başladı. Bu devrin sonlarında tarımla birlikte insanlar ortak yaşam ve danışma kültürünü oluşturmaya başladılar. Ekilen buğday ve arpa gibi tahılları işlemeye başlayan insanoğlu aynı zamanda damak zevkinde hizmet edecek girişimlerde bulundular. Nitekim tarım evresindeki yaşanan bu gelişmeler neticesinde insanlık sudan sonra elde etmiş olduğu buğday ve arpadan yeni bir içecek yapmayı başardı. Bu yeni içeceğin adı "BOZA" idi. İsmin nasıl ortaya çıktığına dair çeşitli rivayetler mevcuttur. Ancak bunlar arasında en kabul göreni bir aşk hikayesidir. Nitekim bu hikayede, bahsi geçen devirde yaşayan Boa adlı dedesi ünlü bir mağara ressamı olan genç delikanlı ile Aza adlı kabilenin şefinin kız arasında yaşanan destansı bir aşktı. Boa bir gün Aza’yı görür ve dedesinin mağara resim koleksiyonunu göstermek için davet eder. Bu davete icabet eden Aza’yı mağaranın içerisinde Boa elindeki bir demet buğday ve arpa ile beklemekteymiş. Bu seremoni aylarca tekrarlanmış ama bir gün duvar resimlerindeki savaşçı ve müstehcenlikten etkilenen Boa kendini kaybederek Aza’ya sarkıntılık edince Aza elindeki buğday ve arpa demetinin Boa’nın başına çalarak mağarayı terk etmiş. Boa yaptığının farkına vardığında üzüntüden eline aldığı taşlarla buğday ve arpa demetlerinin üzerine vurduğu esnada yer salanmış gök gürlemiş ve buğday ile arpa dile gelerek konuşmaya başlamış. Buğday ve arpa, Boa’ya Aza ile kavuşabilmenin sırrı olarak bir içecek olacaklarını ama bunun karşılığında bu içeceğe kendilerinden başka hiçbir şeyin katılmamasını istemişler. Boa teklifi hemen kabul etmiş ve o anda buğday ve arpa, Aza gibi bembeyaz bir içecek haline dönüşmüş. Boa bu içeceği hemen Aza’ya sunmuş. Aza daha ilk yudumda bu benzersiz lezzet karşısında Boa'ya aşkını ilan etmiş. Boa ile Aza’nın aşkları destan olmuş, dilden dile yayılmış bu sihirli içecek bu iki aşığın ismiyle birlikte anılır olmuş "Boaaza" ama zaman içerisinde söylene söylene Boza’ya dönüşmüş. Su devrinin sonunda gerçekleşen bu olaydan sonra ki devir ise "BOZA Çağı" olarak adlandırılmıştır. Ancak insanlar buğday ve arpa dair verilen sözü unutmuş olacak ki bu devir sonrasında Boza’ya şerbeçi otunu ilave ederek aşkın sırrı yerine sarhoşluğun keyfine ulaşmışlar. Boza devri sonrası insanlık hızla gelişim göstermiştir. Tarım evresinden köy ve kentleşme dönemine geçilmiştir. Çok tanrılı inançların yerini tek tanrılı inançlar alırken dağınık insan yerleşimleri bir araya getirilerek büyük devletlerin kuruluşuna sebep olmuştur. Nitekim insanlar ise fazla üretimden elde ettikleri ürünlerle ticarete dâhil olmuşlardır. Ticaret sayesinde elde edilen zenginlik sayesinde bu dönemde birçok keşif gerçekleşmişti. Bu keşifler arasında en önemlisi ise yeni devrimize adını verecek olan ve bir Habeşli derviş tarafından keşfedilen kahvedir. Bu yeni içeceğin keşfediliş süreci en az bir dönemi etkilemesi kadar etkileyicidir. Habeşli Şeyh Şazeli adlı derviş tekkesinin çobanı idi. Her gece ibadetini gerçekleştirirken uyuya kalan Şazeli bu durumunda kurtulmak için durmadan yüce yaratana dua eder. Ancak her gece uyuya kaldığında rüyasında bir kırmız yemişleri olan mis kokulu bir ağacı görür. Zifiri karanlıkta dolunay ışığıyla aydınlanan bu ağacın yemişlerini yiyen keçiler aynı anda raks etmeye başlamışlar. Aylarca aynı rüyayı gören Şazeli bu durumu piri ile istişare etmiş. Piri Şazeli’ye rüyasında gördüğü ağacının kendisine bahşedeceği sırla bütün dertlerinden kurtulacağını söylemiş. Bunun üzerine Şazeli gece gündüz demeden bu ağacı aramaya başlamış. Nitekim yıllarca Habeşistan’ı dolaşmış bakmadık tek bir dağ, ova, yayla, bahçe bırakmamış. Bu yüzden umutsuzluğa düştüğü bir günün gecesinde Şazeli, gökyüzünü yararcasına yağan yağmurdan kaçarken bir ağacın altına sığınmış. Tüm ümitsizliği ve çaresizliği ile dua ettiği esnada bir yıldırım sığındığı ağacın üzerine düşmüş. Korkudan ne yapacağını bilemeyen Şazeli olduğu yerde dona kalmış. Ama biraz sonra yağmur dindiğinde dolunay geceyi gün gibi aydınlatmış. Şazelii yanan dallardan gelen nefis kokuyla kendinden geçmiş. Ne vakit sonra gözünü açtığında karşısındakinin rüyasında gördüğü ağacın olduğunu anlamış. Hemen dallarından topladığı yemişleri bir kapta suyla kaynatan Şazeli içtiği içecekle o gece uyumadan sabaha kadar ibadet edebilmiş. Şazeli topladığı yemişleri diğer dervişlere sunarak hakkın sırrını paylaşmış. Ama bu sır, râyiha ve lezzet bir esmer yemen dilberi misali var olduğu her yeri ihya etmiş. Sadece uykuya dalan gözleri değil duran kafaları da açmış. Kısa zamanda dünyaya hâkim olmuş kendinden öncekileri yok etmese de insanları kendine bağlamasını bilmiş. Bu yüzden bu dönem "KAHVE Çağı" olarak anılmıştır. Bu devir de yaşayan ahali ehli keyf diye tanımlanırken bu devirin diğerlerine nazaran biraz daha fazla sürmesinde kahve ve tütün arasında yapılan anlaşmadır. Ancak medeniyet kazanı hiçbir devirde sabit kalmamıştır. Bunun yegâne sebebi ise insanlığın aynı oranla geliş göstermemesidir. Nitekim Anadolu’da başlayan insanlık serüveni Yakın Asya’da devam etmiş, Afrika Kıtası'nda keşiflerle şahlanmış Uzak Asya’da yaşanan değişim ve gelişimle yeni bir çağ açılmıştır. Uzak Asya, hem ipek hem de baharat ticareti sayesinde asırlar boyunca cazibesini korumuştu. Ancak bu zenginlikten mutlu olmayan tek kişi İmparator Shen idi. Koskoca Çin memleketine hâkim olan imparator her şeye sahip olmasına rağmen kendini çok yalnız hissediyormuş. İmparatorun bu mutsuzluğu çevresindekileri dahi mutsuz ederken ülkenin dört bir tarafından İmparatoru eğlendirmek için insanlar getirilmiş. Ancak nice hokkabazlar, cambazlar, soytarılar, afetler, mucitler hiçbiri İmparatoru mutlu edememişler. Bütün çabalara rağmen mutsuzluğuna çare bulunamayan Shen bir gün tebdil-i kıyafet Çin köylerini gezerken bir efsane işitmiş. Bu efsaneye göre pirinç tarlasında çalışan bir adam kan içer mutlu olurmuş bu mutluluğu dileyen herkes ile paylaşırmış. İmparator kan içerek nasıl mutlu olunacağına dair merakından dolayı bu adamı buldurup huzuruna kabul etmiş. Adam korkudan bi çare İmparator sormuş –sen kan içer mutlu olurmuşsun bu nasıl iştir- adamcağız titrek sesle –İmparator hazretleri kan içerek değil çay içerek mutlu olurum- demiş. İmparator daha önce duymadığı bu şeyi merak edince adam bir fincan sıcak su istemiş ve yanında getirdiği çay filizlerini fincana bırakmış. Birkaç dakika sonrası fincan kan rengini alınca İmparator tedirgin olmuş. Adam imparatoru yatıştırmak için – korkmayın efendim bu yalnızlığın ilacıdır içiniz- demiş. İmparator birkaç yudum aldıktan sonra yüzünde hafif bir gülümseme belirmiş. Bu küçük tebessüm dahi herkesi heyecanlandırmaya yetmiş. İmparator yalnızlığa iyi gelen çayın ülkenin her tarafında yetiştirilmesini emretmiş. Hatta rivayet edilir ki Çin setinin üzerine büyük harfler  “Çaydır bize yalnızlığımızı unutturan, Boş kalmasın fincan, Yeter ki tavşankanı olsun, Bize yeter bu heyecan” diye yazdırmış. Çay üretimi zamanla yenidünyanın şeklini değiştirmiş. Yeni düzenin yalnız insanları yanlarına aldıkları bu içecekle dünyadan azad ve abad olmak istemişler. Çay için şiirler şarkılar yazmışlar. Bu yeni dönemin tarihçileri ise çayı İmparator Shen’nin tesadüf üzere bulduğunu kaydetmişler. Ancak yıllar sonra ortaya çıkan Çince bir kaynakla bu buluşun bir köylüye ait olduğu ispatlanmıştır. Tüm spekülasyonlara rağmen kahve devrine son ermesi neticesinde yeni devir "ÇAY Çağı" olmuştur. Ancak bu devir çokta uzun sürmedi çünkü Avrupa ve Amerika’da yaşanan önemli gelişmeler kısa zamanda dünyaya hâkim oldu. Kapital düzenin dayatmış olduğu yaşam tarzı hızlı tüketim üzerineydi. İnsanlar bu süreçte mesafeleri kısaltmış, insanlarla iletişimi kolaylaştırmışlardı. Bilgiye ulaşmak zahmetsiz hale gelirken yaşamanın tek gayesi tüketmek üzerine kurulmuştu. Ancak bu düzende ki tek etken faktör yetişmeyen zaman konusuydu. İnsanlar yaşanan gelişmelere ayak uydurmak isteseler de bunu bir türlü başaramıyorlardı. Hızla akıp giden zamandan şikâyetler her geçen gün artarken, veba, kuduz, sıtma ve vereme çare bulabildi ama tükenmişlik sendromunun tedavisi için çalışmalar devam etmekte. Bu devrin en büyük özelliği devletlerin, insanların, düşüncelerin, geleneklerin ve yeniliklerin çok kısa zamanda tüketilerek anlamsız hale getirilişidir. Bilgi ve teknoloji üzerine inşa edilen bu devirde hızlı akan zamandan dolayı yeni icat edilen kâğıt bardaklarda ne olduğu belli olmayan içecekler insanlar tarafından kısa zamanda beğenildi. Hiçbir geçmişe kökene ve rivayete sahip olmayan bu içecekler son devirde insanoğlunu temsil eder hale geldi. Bu dönem MODREN KAĞITAN BARDAK Çağı olarak anıldı. Nitekim insanlar ve fikirleri, dünyayı algılama ve inançları kağıtlar kadar değer görmez hale gelecekti… (R.K)

14 Ağustos 2015 Cuma


Türkiye'nin En Büyük Gizli Örgütlü Yapısını Açıklıyorum

     Uzun bir zamandan beri düşüncemde olan bu mevzuyu yazıp yazmamak konusunda epey tereddüt yaşadıktan sonra vira bismillah demeye karar verdim. Aslında tedirginliğim tamamen konuyu hakkı ile izah edememekten duygusundan kaynaklanmaktadır. Çünkü bu kadar aleni ama bir o kadar da gizli olan örgütü insan nasıl izah edilebilir ki! Tamam tamam sakın mevzunun paralel (cemaat) falan olduğunu düşünmeyin çünkü bu yapı organize olma bakımından onlardan kat be kat daha iyiler. Gündemimize jet hızıyla giren Işid mi diyeceksin tabii ki de HAYIR! Ama en az onlar kadar psikolojik savaşı iyi biliyorlar. Dünyanın en gizli örgütü olarak bilenen ama herkesin işaretlerini, geleneklerini ve amaçlarını bildiği İlluminati hiç değil rahat olun. Ama en az onlar kadar gelenekçi, şekil ve sembollere büyük önem veren bir örgüt bu. Belki aklınıza Kurtlar Vadisiyle bir çoğumuzun inandığı İhtiyarlar Heyeti gelecek şimdi. O da değil. Ama en azından onlar kadar eski ve etkin bir yapıdan bahsedeceğim. Kimdir bunlar diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Çevremizde çok örneğini görürüz mesela bu yapıya mensup insanlar genel olarak şu sorulara cevap ararlar; Kimmiş, Ne yapacakmış, Ne olmuş ve Ne olacakmış ama bu soruların yanı sıra insanların kıyafet, okul, kariyer, yaşam tarzı ve hayatta dair her şeylerini sorgulama, eleştirme ve kendilerince çözüm bulmayı görev edinmişlerdir. Galiba durum biraz olsun ayan-ı malum oldu. Yıllarca duyduğumuz ama göremediğimiz bu örgütlü yapının ismi EL- ALEM'dir. Hayatımızın her safhasını adım adım takip eden, takip etmekle kalmayıp yer yer müdahaleler de bulunma ihtiyacı duyan Elalem, etkin yürüttükleri çeşitli faaliyetlerle toplumdaki giyotin vazifesini elde etmiştir. Eğer günlük yaşamda bir kişinin Elalem'e mensup olup olmadığını anlamak için bazı öneriler vermek gerekirse; Yavrum okul bitti atanamadın mı? Zaten okuduğun bölüm sıkıntılı idi gel sen polis ol önerisi buna bir örnektir. Saçınız, sakalınız, kıyafetiniz, yolda yürüyüşünüz, arkadaşlarınız, evden çıkış ve geliş vakitleriniz Elalem ne der ile şekillenir. Bu hususların hepsine bakıldığında ise bu örgütlü yapının gücü ve büyüklüğü karşısında söylenecek tek şey ise; Sen el alem, ben bi alem tabii değilim size demek olsa gerek. . . :) (R.K)

EN ÖNDE GİDEN BEYAZ GÖMLEKLİ YİĞİT













EN ÖNDE GİDEN BEYAZ GÖMLEKLİ YİĞİT

       Tan atımında yola koyuldular. Kırk çerisi ile Kür Şad. Gün doğumundan, gün batımına atlarını durmaksızın koşturdular. Bozkırın sessizliğini doru atların yıldırım misali toprağa vurduğu toynakları bozarken bir Budun’un kaderi, kırk yiğidin ve Kür Şad’ın cesaretinde saklıydı.  Bir Budun ile bir millet uyanacaktı. Doğu Göktürk Devleti’nin yıkılışından 639 senesine kadar Kutlu Turan kavmi nice büyük acılar yaşamıştı. Gördükleri zulmün son bulması için Kür Şad etrafında birleşen kırk yiğit Çin İmparatoru Li Şih-min kaçırarak Ötüken’e götürmeye yemin etmişlerdi. Bu uğraş için yayından çıkmış ok misali atlarını Chiu-ch'eng Sarayına sürerken Yüzbaşı Yamtar en önde giden Kür Şad’ın yanına yaklaşarak en arkadan gelen genç onbaşıları gösterdi. Biraz dinlemenin faydalarına olacağını Kür Şad'a söylediğinde Yamtar’ın bu teklifine Binbaşı Böğü Alp ve Yüzbaşı Yağmur’da katıldı. Hem bu sayede yapacakları saldırı planını da tekrar gözden geçirme fırsatı bulacaklardı. Ayrıca Binbaşı Böğü eğer acele edecek olurlarsa gece olmadan sarayın yakınlarına ulaşabileceklerini ve fark edilip yaptıkları planın başarısız olabileceği ihtimalini tekrarladı. Kür Şad söylenenleri dinledi. Bir süre daha yol aldıktan sonra bir dağın yamacında kırk yiğit ile Kür Şad bir ateş etrafında birleşti. Sadaklardaki oklar kontrol edilirken yaylar gerildi. Pusatlar bileme taşlarına çalınırken Kür Şad ve Binbaşı Böğü yapılacak saldırıyı son kez gözden geçirdi. Yedi genç onbaşının, (Sungur, Göktaş, Barmaklak, Kara Budak, Kızıl Buka Çıgan Börü ve Tanrıverdi) arasında ateşte pişirilen bir parça et pay edilirken günlerdir gözüne uyku girmeyen Kür Şad bir kayanın üzerinde gözlerini son uykusuna çoktan kapamıştı bile. Güneş tepenin ardından yavaş yavaş batarken gökyüzünde yıldızlar tek tük olsa da yeryüzünü selamlamaya başlamıştı ki Kür Şad bir anda gözlerini açıverdi. Olduğu yerde ayağa kalktı. Gözlerinde anlamsız bir telaş vardı. Sanki bir şeyleri arıyormuş gibi sağına soluna baktıktan sonra gözleri bozkırın uçsuz bucaksız ve ıssızlığına öylece bakakaldı. Kür Şad’ın bu garip halini gören çerileri bu halinin sebebini merak ettiler. Yamtar, ateşin yanından kalkarak ağır adımlarla Kür Şad’ın karşısına durdu ve onu selamladıktan sonra uyandığındaki garip halin sebebini  kedisine sordu. Kür Şad şaşkınlığını gizlemeyerek;
- "Yamtar, kutlu atalarım Teoman, Oğuz Kaan, İstemi ve Bumin Kaan üzerine ant içerim ki gördüğüm sadece bir hayal değildi" dedi. Bu sözün ardına Yamtar’ın merakı daha çok kabarmıştı. Biraz sonra daha sakin şekilde gördüğü rüyayı anlatmaya başladı Kür Şad;
- İki yanına dokuz tuğ dikilmiş bir yoldan yürüdüm. Tam yolun sonuna geldiğimde bir bozkurt göründü bana. Benden, onu takip etmemi istedi.  Kendimi bir anda Ötüken’in bozkırlarından çok uzaklarda, uçsuz bucaksız bir denizin kıyısında buldum. Bir tarafı deniz bir tarafı toprak olan bu yere geldiğimizde bozkurt bir anda kayboldu. Biraz ileride tam karşımda beyaz gömleği ile bir yiğit göründü. Uzun boylu bu yiğit erin, kolları pek bir kuvvetliydi. Yüzü gökteki şu ay kadar parlaktı. Başında börkü ayağında çarığı yoktu. Sakaları hafif uzunca, gözleri badem misaliydi. "Adı bahşet yiğidim" dediğimde yüzünde zafer kazanmış komutan edasında bir gülümseme belirdi. "Adım, Fırat dedi Fırat Yılmaz…" Sarıldık birbirimize ne olduysa o anda oldu. Başımı kaldırdığımda kırk beyaz gömlekli yiğidi göründü. Yiğitlerin beyaz gömlekleri kana bulandı. En önde beyaz gömleği ile Fırat, her biri sağ ellerini havaya kaldırıp bozkurt ile beni selamladılar. Sonra uçsuz bucaksız deniz onların kanıyla ala boyandı. Gök karardı. Kutlu ay ve yıldız gökten kopup denizin üstüne düştü. Yiğitler uzaklaşmaya başladıklarında onlara seslendim; Sizler kimsiniz; "Hep bir ağızdan, Kür Şad atamızın davasını yerde koymayanlarız" dediler. Yamtar duydukları karşısında öylece kalmıştı. Sadece, bu Gök Tengri’nin bize kutlu bir işaretidir Şad’ım demekle yetindi. Kür Şad gördüğü rüyanın etkisinde kurtulamamıştı ki kırk çerisinin karşına durup;
- "Ey yiğitlerim bu gece bir kutlu rüya gördüm. Ben Çuluk Kaan oğlu Kür Şad, Gök Tengri şahit olsun ki zırhımı giymeyeceğim, kalkanımı almayacağım bir beyaz gömlek yeter bana. Ve gök girsin kızıl çıksın bu uğraş için baş vermem gerekirse vereceğim. Ama üste gök çökmedikçe alta  yağız yer delinmedikçe bizim ilimizi ve töremizi kimse bozamayacak" dedi. Bu kutlu sözler kırk yiğidin kalbini rahatlatırken cesaretlerini pekiştirdi. Ateşi söndürüp yola koyulduklarında atlarını sert esen rüzgâra karşı sürdüler. Chiu-ch'eng Sarayına yaklaştıklarında yağmur giderek şiddetini artırmıştı. Vakitsiz gelen bu yağmur bütün planları alt üst etmişti. Onbaşılar sadaklarından çıkardıkları oklarla Doğu kapısındaki nöbetçileri bir bir vururken Kür Şad ve diğer yiğitler çoktan giriş kapısını aşmışlardı. Kırk yiğidin pusatlarının sesi gök gürültüsüne karışırken Çinliler daha ne olduğunu  bile anlayamamışlardı. Kür Şad beyaz gömleği ile en önde vuruşurken Yamtar ve Böğü hemen onun yanında saf tutmuşlardı. Biraz sonra sarayın içerisine giren Kür Şad ve kırk yiğidi, akın akın gelen Çinlilere karşı daha fazla dayanamadılar. Vuruşarak geri çekildiler. Lakin Wei suyunu geçemediler. Kür Şad nice Çinliyi tepelediyse de en sonunda baş edemeyip uçmağa vardı. Ama davası ebed müddet yaşadı. Çin Sarayında zulme karşı duran yiğit, Eğe Kampüste olan yiğitti… Ve onlar hep önde yürüyen beyaz gömleklilerdi… 
(Şehit Fırat Yılmaz Çakıroğlu kardeşimin aziz hatırası içindir bu satırlar sürç-i lisan ettiysem affola. Ayrıca hikâyedeki isimler H. Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümü eserinden alınmıştır.) (R.K)